Sevgili Uzaklar,
Birbirimize sonsuzluk olabilir miyiz? Gittikçe sonsuzluǧa doǧru genişleyen, durmadan genişleyen bir evren gibi. Ve atmosferine kimsenin giremediği kocaman bir galakside iki yalnız insan. Birbirmizin aldığı nefesi duyacak kadar sessiz ve huzurlu; orada uzanıp, huzurla birbirimizi ve sessizliğimizi dinlerdik.
Hayat üzücü, bizi tutsak alıyor, bağlıyor kördüğümlerle görünmez iplikleriyle, hareketsiz bırakıyor. Nesneleştiriyor bizi. Hayatı bir alışkanlığa dönüştürüyoruz, hayat da bizi.
“Alışkanlıklar,” demiştin, “kolay elde edilir, ama bırakması zordur. Kolay vazgeçmek olduğunu sanmıyorum. İnsan bilir aslında kötü olduğunu. Ama yine de deneme arzusu dürter, belki nefis dedikleri şey böyle bir şey. Belki de insanın tek çaresi odur, unutmak için. Aşkı gibi, kendinden gitmek gibi, yolda kaybolmak gibi… Herkes kendi hayatından örnek verir, belki anlamı olayların o yönde değişir. Dünya ağrısı, herkese farklıdır. Herkesin alışkanlıkları yok mu hayatta, kimi eroin kullanır, kimi yazı, kitap yazar. Yaşa pişman ol daha iyi, yaşamadan pişman olacağına belki. Gözünde, aklında, içinde kalır insanın. Zaten hayat öyle geçip gidiyor, biraz keşke biraz pişmanlık ile. Yani her iki duygu da yaşıyoruz aslında dönem dönem.”
Belki haklıydın. Ama her zaman, her şeyi yaşamaya gerek yok bence. Tabi yaşamak istersen yaşarsın, o senin seçimin ve kimse kimseyi yargılayacak durumda değil. İnsan olarak hepimiz son derece “temiz, masum, doğru, haklı” görünmek isteriz. Aslında hiç de göründüğümüz gibi değilizdir. Hepimizin sırları, kirleri vardır. Ve bu da son derece doğaldır. Çünkü yaşamak, sürekli kirlenmektir, tıpkı bir elbise gibi kirleniriz. Elbiseyi çıkarıp yıkarız da, kendi beynimizdeki ve yüreğimizdeki kirleri görmezden geliriz. Bazen bir başkasında, kendi gizli yanımızı eleştiririz. Başkasını eleştirir gibi yaparken, aslında belki de kendimizdir eleştirdiğimiz bilinçaltımızda. Yerden yere vurduğumuz. Çelişkiler, kararsızlıklar, her şey iç içe. Bunu anlayana kadar zaten hızla bitiyor hayat.
İnsan topraktan gelmiş derler. O zaman toprağın toprağı karışması gibi, sevginin sevgiye karışmasında ne gibi bir yanlışlık olabilir? Doğru insan nedir insana. Çoğu insanın toplamı mı? Doğru insan, yoktur aslında. Hepimiz şu ya da bu ölçüde yanlışız.
“Ben sende bütün aşklarımı temize çektim.” demiş şair. Ama bütün aşklarını temize çekerken de yoruluyor insan. Bazen her şeyi ve herkesi unutmak istiyor hayatına giren. Sanki hiç olmamışlar gibi. Sanki yapayalnız ıssız bir adada doğmuş gibi. Sanki hiç kimseyi tanımıyormuş gibi. Bir zamanlar ‘Hiçbirimiz aziz değiliz.’ diye yazmıştım. Şimdi de öyle düşünüyorum. Birbirimizin zaaflarını, hatalarını, yanlışlarını, eksiklerini yargılıyoruz durmadan. Ama bir şeyleri eleştirirken, o şeylerin içine kendimizi de koymamız gerekiyor. Biz de temiz değiliz. Diğerleri kadar yanlış, hatalı, eksik ve zaaflıyız. Belki de onlardan daha fazla… Kim bilir…
“Yol işte. İkimiz şarttık.” demiştin uzaklara bakarak. İkimiz şarttık dediğin gibi. Ama ikimiz eksik, hata ve yanlışlarımızla birlikte şarttık. Birbirimizde temizlenmek, arınmak için.
***
Kendi sırtıma yaslandım ben hayatım boyunca. Hâlâ da öyle. Kendi sırtımda taşıdım kendimi.
Bir yüzyıl geçti belki, belki de yalnızca bir dakika. Ama seninle karşılaşmamız kaçınılmazdı. Belki bir tesadüftü, ama kaçınılmaz bir tesadüf. Senin deyiminle, “Beklenmedik ve bir o kadar da beklenilen…”
Seni başımın üstünde taşımak isterdim kutsal bir emanet gibi, koynumda kutsal bir ferman gibi… Dağlara, taşlara taşımak isterdim sonra, balta girmemiş ormanlara. İkimizi hiç kimsenin bulamayacağı çok uzak yerlere. Öyle sevmek isterdim ki seni, tanrıçaların gözleri kıskançlıkla parıldasın. Öyle bir huzur vermek isterdim ki sana, bütün hücrelerin hissettsin vücudunun en uzak köşelerindeki. En yüksek ağaçlarının tepesinde dönen ılık bir rüzgâr gibi, tepende olmayı isterdim. Tepeden aşağıya yuvarlanan bir çocuk olsam yalnızca seni düşünürdüm o an. Bir yanardaǧ ağzının sıcaklığıyla kıyaslardım aşkımı ancak.
***
Sonra bir gün yalnızlığıma çekildim bir süre. Her yerden çok uzaktayım şimdi. Senden de. Atlantik okyanusunun kıyısındaydım, orman içine kurulmuş küçük bir köyde. Haritada bile zor bulunan bir noktadaydım. Noktanın içinde, bir noktaydım. Her yerden, herkesten ve her şeyden çok uzaktayım.
Ama kendime de bir o kadar yakındım. Bazen insanın kendisine yaklaşabilmesi için, her şeyden, herkesten ve her yerden çok uzakta mı olması gerekir? Belki, değişir kişiye göre. Ama bana göre o an öyleydi. Bukowski, “Bazen kendine gelmen için, başkalarından gitmen gerekir.” diyor. Bence ise, sadece başkalarından gitmek yetmez, bazen bulunduğun yerlerden de uzaklara, her yerden ve herkesten en uzağa gitmen gerekir. Bir süre için bile olsa.
Her yerden, herkesten ve her şeyden uzaktaydım. Okyanus kıyısında bir noktadaydım. Yalnızca bir noktada değildim, nokta içinde bir noktaydım sonsuz evrende. Bir nokta kadar da olsa, varlığımı duyumsamanın sevinci içindeydim. Dalga sesleri sesleri geliyordu denizden. Yağmur durmaksızın yağıyordu. Ve gece. Tek tük arabalar geçiyordu evin önünden. İnsanlar ise çoktan girmişlerdi yuvalarına, kapamışlardı perdelerini sımsıkı. Kendi dünyalarına çekilmişlerdi.
Uzaklarda ormanın arkasında geceye gömülmüş dağlar vardı. Yıldızlara ve aya daha yakındım şimdi sanki. Kendime de…
Ve ben buradaydım, her yerden, herkesten ve her şeyden uzakta. Tek başına, ama asla yapayalnız değil, bir gece kadar yıldızlı düşlerimleydim. Kendime de bir o kadar yakın. Noktanın içinde bir noktaydım, kendine ve sonsuzluğa uzanan…
Buradaydım, yaşıyor ve varlığımı duyumsuyordum. Her yerden, herkesten ve her şeyden çok uzakta…
Sevgiyle kal!..
Erol Anar
Kasım 2017
Santa Catarina