Sevgili Uzaklar,
Konuşmuştuk seninle, biz hızla giden giden bir kamyonun arkasından yola düşmüşüz. Üstelik bir de arkadan gelen araç çarpmış bize; onun için genlerimizde acı var. Yaralı coğrafyaların insanları acılı, yaralı olurlar. Bu yara, hep taze kalır ve hiç kabuk bağlamaz.
Üstelik acıya müptela olmuşuz, acı yoksa bile yaratıyoruz. Acı bir ölçüde insanı olgulaştırıyor elbette, ama bunun ötesinde bir yere götürmüyor. Türkülerimiz, şarkılarımız da acılı. En neşeli anımızda bile bir türkü, şarkı ile hüznün derinliklerine savruluyoruz. Eğlenirken dahi, biraz acı istiyoruz. Öyle alışmışız.
***
… Beyazdı senin rengin, çünkü saf ve temizdin… Yıldızları takmıştım saçlarına; bir o yana, bir bu yana. İki yıldız parlıyordu saçlarında ve yüzüne yansıyordu onların ışığı. Gecede parlıyordun iki kişilik galaksimizde. Beyaz elbisen de gecede bir yakamoz gibi parıldıyordu; daha doğrusu sanki gökyüzünü giymiştin de üzerine bir elbise gibi, eteğinden yıldızlar saçıyordun geceye.
“Kendimi ertelemek istemiyorum artık.” demiştin. Hep ertelemiştik kendimizi. Hayatımız böyle geçmişti ne yazık ki. Düşlerimizi daha onları hayata geçirmeye çalışmadan önce, bizzat biz kendimiz bıçaklamadık mı bin yerinden? Çevremizdekiler de biz daha düşlerimizden söz eder etmez, onları öldürmek için, yok etmek için, bize çelme atmak ellerinden geleni yapmadılar mı? İşin kötüsü ve görmek istemediğimiz gerçek de buydu: İnsanı önce bizzat yakın çevresi, arkadaşları, akrabaları, tanıdıkları, sonra toplum, devlet ve sistem engelliyordu. Ama bütün bunların sorumlusu buna izin verdiğimiz ve düşlerimizden pes ettiğimiz bizzat kendimiz değil miydik? Düşlerimizi bırakın gerçekleştirmeyi, bir düş olarak bile yaşayamadık kafamızda…
İşte bu gerçek ne yaparsak yapalım, bir gün önümüze çıkıyor sevgilim.
Özgür bir birey olamayan, doğru dürüst düş bile kurmayı beceremeyen bir toplumun fertleriydik.
Önce kendi düşlerimizi, isteklerimizi, gerçekleştirmek istediklerimizi feda ettik. Hep başkalarının istekleri doğrultusunda yaşadık, bir o kadar kendimizi gerçekleştirmekten uzak. Hep başkalarına feda ettik genç hayatımızı. Bundan şikayetçi bile olmadık. Ama kendimizi ertelediğimizde, başkalarına da çok fazla yararımız dokunmuyordu, ne kendimize ne de topluma. Ertelemek, kaçıştır. Ertelemek, düşlerin dondurulmasıdır. Düşler sıcaklıklarını kaybederler ve belki bir daha asla eskisi gibi olmayacaklardır. Orada yavaş yavaş soluksuz kalarak öleceklerdir; bizi de öldürerek yavaş yavaş.
Ertelenmiş hayatlar, yaşanmamış hayatlardır.
***
Sevgili Uzaklar,
Başkalarına üstün gelme ve yarım yamalak eskimiş bilgimizle başkalarına ders verme eğilimimiz ne kadar güçlü. Kendimize olağanüstü bir güç bağışlamışız sanki. Her şeye burun kıvırıyor, her şeyi küçük görüyoruz. Ve bunu da kibirli bir şekilde, küstahça yapıyoruz.
Buradan, şu sonuca varmak istiyorum. Hep aynı yerde duruyor, aynı şeyleri savunuyoruz bozuk bir plak gibiyiz. Üstün gelme, kendimizi gösterme eğilimimiz ve bu yöndeki davranışlarımız çok fazla. Ama ne bilimi, ne de hayatı takip edip, bilgimizi güncelleyip yeniden yorumlamıyoruz. Böylece dünya görüşümüz bilimsellikten uzak, mistik bir görüşe dönüşüyor. Sonra da gidip başkalarına, eldeki eski bilgilerle çok bilmiş gibi herkese ders veriyoruz.
Aman ne kadar da bilgiçiz; üstelik okumadan, araştırmadan her şeyi biliyoruz değil mi sevgilim?
***
Dünyanın bedava, ama en lüks olan şeyi huzurdur, para ile satın alınmaz. Aksine para, zenginlik çoğaldıkça huzur kaybolur. Herkes de hak etmez huzuru. Mücadele etmek gerekir o yola erişmek için. Çünkü huzura giden kapıya ulaşmak için, önce huzursuzluğun sokaklarından geçmen gerekir, risk alman… Çünkü bir şeylere ulaşma hırsı artıkça (kariyer, para, vs…) huzurdan o derece uzaklaşılır. Ve bir gün asla ona bir daha ulaşamayacağı noktaya savrulur insan. Elde ettikçe, sahip oldukça mutsuzluğu artan bir başka canlı var mıdır?
Daha doğrusu kendisini ilgilendirmeyen, kendisine bir fayda sağlamayacak şeylere bile sahip olmayı, ve çevresindeki, dünyadaki herkese, her şeye hükmetmeyi bu kadar arzu eden, hamuru hırs ve sahip olmak ile yoğrulmuş bir başka canlı var mıdır şu yeryüzünde?
Başkasının üzerinde iktidar kurmaya alıştırmış sistem bizi. Üzerimizde de birçok iktidar var. Toplumun, sistemin, devletin ve onun kurumlarının, gönüllü olarak katıldığımız kurumların iktidarları ve daha birçok iktidar… Biz de iktidarımız altında insanlar olmasını arzu ediyoruz bu nedenle. Hiçbir yerde iktidar olamazsak, kendi çocuğumuz, eşimiz üzerinde iktidar olmayı istiyoruz.
Fernando Pessoa, “Huzursuzluğun Kitabı’nda “Ölümden yapılmışız biz.” der. Evet doğru, ama hırstan da yapılmışız biz aynı zamanda. Hükmetmeden, yapılmışız tepeden tırnağa. Bizi böyle yapan da gelenekler, din, inançlar, tabular, ideolojiler ve daha birçok şey. Sistem, devlet ve toplum sonuçta. O kadar karmaşık bir yün yumağı olmuşuz ki, o karmaşıklıkta bile yaşamanın bir yolunu bulmuşuz, alışmışız bu karmaşaya. Aslında bütün bunlardan hayatı karmaşıklaştıran, her şeyi zorlaştıran sistem ve devlet kadar biz de sorumluyuz. Kim bilir…
Hırslarımızdan, elde etme, sahip olma isteğimizden arındıkça, huzura yaklaşıyoruz. Çoğu anları bir kâbus olan yaşamda bir anlık huzur bile, hayatı yaşamaya değer kılar. Bir gün bütün insanlar özgürlüğe kavuşacaktır, işte o zaman huzur, sevgi, kardeşlik, eşitlik ve barış daimi huzuru da getirecektir, buna inanıyorum. Sevgi de huzuru arar, özgürlük de. Bütün güzellikler huzuru arar.
Huzurla, sevgiyle kal…
Erol Anar
Aralık 2017, Paraná,