“Hayat nedir” diye sormuştun bana bir gün. Hayat pek çok şeydi, her şeydi, ama ben sana şöyle bir yanıt vermiştim: Hayat bir denge sanatıdır. Her şey bu denge üzerine kuruludur.
Sevgili Uzaklar,
Milyonda birdi seninle karşılaşma olasılığımız sevgilim. Ama hayat milyonda bir değil midir zaten? Bizi bulan, çoğunlukla memnun olmadığımız bazen bin bir zorlukla geçen günün sonunda o gün yaşama ihtimalimizin aslında milyonda bir olduğunu düşünmez miyiz? Peki Aşk?… O da milyonda bir değil mi? Sevdiğimize rastlama ve ona âşık olma olasılığımız … İşte dediğin gibi milyonda bir yaşıyoruz sevgilim.
Hayatımız bir tesadüfler toplamı aynı zamanda. Ve hayatımıza şöyle bir kuşbakışı göz atarsak, hayatımızın dönüm noktaları dediğimiz yerlerinde hep tesadüflerin büyük roller oynadığını görebiliriz. Ve eğer bu tesadüflere gereken değeri verebilir ve onları değerlendirebilirsek önümüze sonsuz yolların açıldığını da görebiliriz. Öyleyse, tesadüfler bitmeyen birer hazinedir bizim için sevgilim.
Sevgili Uzaklar,
“Hayat nedir” diye sormuştun bana bir gün. Hayat pek çok şeydi, her şeydi, ama ben sana şöyle bir yanıt vermiştim: Hayat bir denge sanatıdır. Her şey bu denge üzerine kuruludur. Peki bu denge nedir demiştin? Bu denge yapmayı istediklerimiz ile yapmayı istemediklerimiz arasındaki ilişkidir. Bunu şöyle düşünebiliriz: İçimizdeki uçurumun üzerine gerili ince bir ipte elimizde denge kurmamızı sağlayan bir sopa ile yürüyoruz. Sopayı milim milim hareket ettirerek dengemizi sağlamaya, korumaya çabalıyoruz. Yapacağımız en küçük bir yanlış uçurumun dibini boylamamıza neden olacak. Uçurumun dibine düşersek eğer, yeniden zorlukla yukarı çıkabiliriz. Ama çoğu insan dipte hayatını sürdürüyor ve hayatla mücadele etmek yerine, orada nefes alarak yaşamayı sürdürüyor.
Çoğunlukla yapmayı istediğimiz şeyleri bastırır, yapmayı istemediğimiz şeyleri çeşitli nedenlerle yaparız.
Bazen yüreğimizdeki deniz kabarır, sular içimizden yerlere taşar, içimizdeki kırlara koşarız büyük bir yaşam sevinciyle. Papatyalar toplarız sonsuz çiçek bahçelerimizden. Ama bir anda yine mantığımız devreye girer ve yeryüzüne çıkarız.
İşte budur sevgilim denge mantık ile yürek, yani duygusal dünyamız arasında bir ilişki kurabilmektir. Ama bu ilişkide duygusal dünyamıza belki mantıktan daha çok yer vererek. Çünkü mantığın yürüdüğü ipte sevgi asla yürümez.
Çılgınlık olarak nitelenen, ama yapmak için çıldırmakla birlikte yine mantığımızın sınırlayıcılığıyla bastırdığımız bir çok isteğimiz vardır. Bu istekleri gerçekleştirmekten korkunç bir keyif alacağımızı biliriz, bunun bizim duygusal ve düşünsel dünyamızı geliştireceğini de. Fakat bir süre sonra hemen öldürürüz daha doğmamış tasarılarımızı. Yine küçük dünyamıza sığınır, uçurumun dibinde yaşamaya razı oluruz. Öyleyse bir mantık hapishanesinde yaşamaktan başka ne yapıyoruz söyler misin sevgilim? Bizim en büyük düşmanımız mantığımız. Daha doğrusu mantığı idare etmek yerine iplerimizi onun eline vermişiz ve kendi kendimizi bir hapishane hücresine tıkmışız.
Mantığımıza o derece teslim etmişiz ki kendimizi, sevgimizi gözü dönmüş bir cani gibi durmaksızın vahşice öldürüyor, bin parçaya bölüyoruz.
Ve işte bu nedenle diyorum ki, mantığını yenemeyen, onu tıpkı bir vahşi atı evcilleştirir gibi uysal bir hale getiremeyen insanın hayatı birer pişmanlıklar manzumesinden başka bir şey olmayacaktır. Hayatın bana öğrettiği değerli şeylerden birisi de, yüreğimi mantığımın önüne koyup hep onu dinlemem. İnsan yüreğinin doğrusuna gittiğinde insan olduğunu anlıyor ve kendi ruhunun derinliklerindeki soylu damara ulaşabiliyor. Çünkü yürek, hayata karşılıksız, beklentisiz ve sevgiyle yaklaşmayı öğretiyor insana. Oysa mantık, kılı kırk yararak bizi küçük hesaplara, beklentilere ve egomuzu tatmine yöneltiyor. Artık mantığa zerre kadar değer vermiyorum, onu küçümsüyorum. O benim elimde değersiz, zaman zaman kullanılacak basit bir kavram artık. Onu ne kadar az kullanırsam o kadar huzurlu ve mutlu olacağıma inanıyorum. “Herkes gider Mersin’e, ben giderim tersine.”derler. Hep tersine gitmek istiyorum yapabildiğim ölçüde.
Oysa hayat o kadar kısa süren bir serüven ki, hayata gözlerimizi yumduktan sonra hayatımızı bir film gibi izleme olanağımız olsaydı, kendimize bu derece anlamsız bir hayat sürdüğümüz için kızar ve boş hayatımızın bize verdiği büyük acılarla kahrolurduk.
Ama en kötüsü nedir sevgilim biliyor musun: Hayatın bize sunduğu sonsuz güzelliklerin milyonda birini yaşamaktır. Hayatımızı bir tesadüf gibi yaşıyoruz. Bir tesadüfün bizi bulma şansı milyonda birse, biz de hayatımızı aynı bir tesadüf gibi milyonda bir yaşıyoruz. Hayat bize her gün yeniden o derece sonsuz güzellikler sunuyor ki, biz bunları görmemek için her gün yeniden kendi gözlerimize mil çekerek kör oluyoruz.
Sevgili Uzaklar,
Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler” adlı kitabın kahramanı kitabın bir yerinde, kendi hayatını bir cinayet olarak niteliyor ve böyle bir hayat sürmenin bir cinayet ve suç olduğunu belirtiyor. Ve kendi kendisine yılların geçtiğini söyleyerek, “Peki sen o yılları yaşadın mı” diye soruyor.
Öyleyse hepimiz kendi hayatlarımızı öldüren katillerden başka bir şey değiliz. Hem de en ucuz biçimde işliyoruz bu cinayeti. Ve taammüden işlediğimiz bu cinayet bir ömür boyu sürüyor.
Seni içimizdeki o sonsuz güzellikteki çiçek bahçelerinden beyaz papatyalar toplamaya davet ediyorum.
Seni milyonda bir yaşadığımız zavallı hayatımızın içini doldurmaya ve anlamlandırmaya davet ediyorum.
Papatyalar kadar beyaz ve ince ol!…
Sevgiyle kal.
Erol Anar
Ankara, 5 Ağustos 2001
*Erol Anar”ın baskısı tükenen “Sen” (Chiviyazıları Yayınevi, Istanbul, 2003) adlı kitabından.
Resim: Impression Sunrise, 1873, by Claude Monet
by Claude Monet
İki defa okudum 🙂
Teşekkür ederiz