Sarsılmaz Bir Duruşun Olsun Hayata Karşı
Sidarta, Bodhi ağacının altına oturduktan bir süre sonra, işte o sarsılmaz duruşa ulaşmıştı. Artık yeryüzünde hiçbir şey onu duruşunu bozamayacaktır.
Edebiyat, Sanat, Felsefe, Ideoloji ve Hayata Dair
Sidarta, Bodhi ağacının altına oturduktan bir süre sonra, işte o sarsılmaz duruşa ulaşmıştı. Artık yeryüzünde hiçbir şey onu duruşunu bozamayacaktır.
Son söz olarak da şunu söylemek istiyorum: Eğer kapitalist bir toplum içinde yaşıyorsak, ne kadar “devrimci” olduğumuzu iddia edersek edelim, ister istemez sistemin içinde ona hizmet ederiz.
Kimse kendisini kimseden aşağı görmüyor. Görmemeli de. Ancak bu, aşağılık kompleksinden kaynaklıysa, problemli bir davranış biçimidir. Çünkü bu durumda kişi aslında kendisini gerçekte karşıdaki insandan
Yalnızca gazete haberi okuyarak beslenmek, kum üzerinde patinaj yapmaya benzer; bu durum insanı bir santimetre ileriye götürmez. Hatta geriletir; onun anlama, algılama ve analiz etme
Dostoyevski, insan ruhunun derinliklerinde gezerken hem insan prototiplerini gözler, hem de onların davranış biçimlerini değerlendirir. İnsanların en çok sitemi, eleştiriyi, bazen hakaret ve küfürü çoğu
Dostoyevski kitaplarında, daha önce hiçbir yazarda bulamadığımız ölçüde derin psikolojik tespitler ve insan davranışlarının yorumunu görürüz. O, hiç kimsenin yapamadığı ölçüde insan dünyasının derinliklerine inmeyi
Yine romanlarındaki birçok karakter kararsızlıklar, gelgitler içindedir. İnsanlar içinde bulundukları durumda sıkışırlar ve ne yapacaklarını bilemezler. Bu yüzden bir dakika önce söylediklerinin tam tersini yaparlar.
Dostoyevski, Turgenyev ve Tolstoy, Rus edebiyatının Gogol ve Puşkin ile birlikte en büyük isimleridir. Dostoyevski, Tolstoy ile yüz yüze tanışmamıştır, ancak Turgenyev ile kişisel olarak tanışmaktadır. Tolstoy ile Turgenyev tanışmaktadırlar, hatta aralarında bir düello mevzusu da geçmiştir, ancak bu farklı bir konudur.
Dostoyevski, Rus edebiyatında genelde Tolstoy ile kıyaslanır. Tolstoy ona değer veriyordu, ıssız bir tren istasyonunda öldüğünde yanıbaşında Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanı vardı. İkisi de yalnızca Rus edebiyatının deǧil, dünya edebiyatının iki dev çınarıdır. Bir kıyaslamadan çok kişisel bir tercih yapılabilir bir okur olarak. Ben Tolstoy’u da severim. Hatta Tolstoy daha entelektüeldir, düşünceleriyle anarşisttir, her ne kadar kendisini öyle nitelemekten kaçınsa da. Tolstoy’un kişisel entelektüel, düşünceleri bana Dostoyevski’nin çelişkili milliyetçilikle beslenmiş ikircikli düşüncelerinden daha yakın gelir. Ancak bir okur olarak, bir kıyaslama deǧil de, romancı anlamında Dostoyevski’yi tercih ederim.
İşte Dostoyevski kısa bir öyküsünde rüyanın gerçekleşmeyecek bile olsa, dinlenmeye, hatta ömrünü bir rüyaya adamaya değer olduğu dile getirir:
“Gördüğüm rüyadan sonra sözcükleri yitirdim. En azından, en önemli, en gerekli olanlarını… Neyse, olsun varsın: Yolumda yürümeyi sürdüreceğim, durmadan dinlenmeden gerçeği insanlara anlatmaya çalışacağım. Sözcüklerle anlatamasam da, gözlerimle gördüm onu çünkü. Benimle alay edenler bunu anlayamıyorlar işte: ‘Bir rüyaydı gördüğün, bir karabasan …’ Eh! Mantık neresinde bunun? Oysa övünerek söylüyorlar bunu. Rüya mı? Rüya denen şey nedir? Aslında hayatımız da bir rüya değil midir? Dahasını söyleyeyim: Varsın, varsın hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir şey olsun bu, cennet olmayacak olsun (Anlayabiliyorum bunu!) ama ben anlatmayı gene de sürdüreceğim.”[21]
Dostoyevski’nin hayatındaki en önemli iki devreden birisiydi bu: Sibirya’dan önce ve Sibirya’dan sonra. Sibirya’da gözlemlerde bulundu ve katil, cani olarak nitelenen insanların ruhlarındaki asil parıltıları da yakaladı. Ve orada anladı ki, insan o zamana kadar edebiyatta anlatıldığı ne saf iyi ne de saf kötü olabilirdi. İnsan işte bu iki karışımın birleşmesinden oluşuyordu. Kötünün mü, yoksa iyinin mi baskın geleceği ise koşulları ile ilgiliydi, karakterden çok. Kötü olarak tanınan birisi iyi bir davranışta bulunabilir, iyi olarak tanınan birisi ise sokağın köşesini döndüğünde beklenmedik bir cinayet işleyebilirdi. İşte Sibirya’daki “yoksul ve basit, katil, cani insanlardan” öğrendiği dersler bunlardı. Ve kendini onların öğrencisi olarak niteler özellikle “Ölü Bir Evden Hatıralar” kitabında. Bu kitapta Sibirya’da yaşadıklarını anlattı. Kişisel olarak olgunlaşırken yazar olarak da giderek olgunlaşıyor kendi öznel ve özgün çizgisini yakalamaya başlıyordu.