Hiçbir Yere Aitim Ben ve Kendime Yürüyorum

Hiçbir Yere Aitim Ben ve Kendime Yürüyorum

Bana göre kimlikler insana dayatılmamalıdır. İnsan kendini nasıl hissediyorsa öyle olmalı ya da olmamalıdır. Dinsel, dilsel, ulusal, ideolojik, cinsel v.s. kimlikler, roller dayatılmamalıdır hiçbir insana. Herkes kendisini nasıl hissediyorsa öyle olabilme hakkına sahiptir. “Sen busun! Bu olmalısın!” dememelidir kimse kimseye, herkesin kim olup olmadığını özgürce seçmeye hakkı vardır.

“Artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı…”[1] diyor Adorno.

Ben de kendini yersiz yurtsuz hissedenlerdenim. Hiçbir zaman kendimi bir yere ait hissetmedim, her yerde yabancılık çektim. Hayata, topluma, her şeye karşı yabancıydım; hâlâ da öyleyim. Belki de bunun için tamamen yazıya sığındım. En önemli şeylerden ikisidir hayatımda yazmak ve okumak. Sürekli öğrenmek, her gün yeniden sıfırdan başlayabilmek. Ve her gün yersiz yurtsuzlaşmak yeniden ve yeniden. İnsan böylece özgür hissediyor kendisini. En azından ben kendimi özgür hissediyorum.

Said, benim duygularımı ifade ediyor sanki “Yersiz Yurtsuz” adlı yapıtında. Yıllar önce okumuştum bu yapıtı. Geçenlerde yine göz attım:

“Yersiz yurtsuz dolanıp durmak, bir eve sahip olmamak, bundan böyle hiçbir yerde kendini pek de evinde hissetmeyecek olmak, bu benim özgürlüğüm.”[2]

Bir yerde yaşıyorum, ama oraya ait değilim. Doğduğum ülkeye de ait hissetmiyorum kendimi. Çünkü atalarımın kökleri orada değil. Ama diğer yandan nereden geldiğimi bilmekle birlikte atalarımın geldiği ülkeye de yabancıyım ben. Oraya da ait hissetmiyorum kendimi.

Hiçbir yere aitim ben, ya da hiçbir yere ait değilim. Bu insanın kendisini aşmasında ona yardımcı oluyor bence. Kendi öz benliğini keşfetmesinde, uluslardan, ülkelerden, inançlardan, ideolojilerden vs… öteye insanın öz kendisine olan yürüyüşüne başlamasına yardımcı oluyor, onu bir ölçüde özgürleştiriyor.

“Ben onların dininden değilim”, diye yazar Maalouf, “ama ben de insanım ve bana insanca davranmaları lazım.” [3]

Ne yazık ki gerçek dünyada böyle değildir. Baskın olan dil, din, kültür, ideoloji diğerlerini, ötekileri kendi egemenliği altına almaya çalışır çoğunlukla. Ve baskı kurar öteki üzerinde. Diğerinin inancına ve kültürüne saygı duymaz, ya da en azından kendisininkinden daha az saygı duyar. Onu horlar, küçük görür. Öteki insana saygı gösteren insan sayısı azdır.

Maalouf, “Ölümcül Kimlikler” başlıklı kitabında şöyle bir yaklaşımda bulunuyor:

“Bana öyle geliyor ki, kimlik kavramına farklı bir bakış getirildiğinde, çıkmazın dışında, insanca bir özgürlük yolunun çizilmesine katkıda bulunulabilir.” [iv]

Bana göre kimlikler insana dayatılmamalıdır. İnsan kendisini nasıl hissediyorsa öyle olmalıdır ya da olmamalıdır. Dinsel, dilsel, ulusal, ideolojik ve cinsel v.s. kimlikler, roller dayatılmamalıdır hiçbir insana. Herkes kendisini nasıl hissediyorsa öyle olabilme hakkına sahiptir. “Sen busun! Bu olmalısın!” dememelidir kimse kimseye, herkesin kim olduğunu ya da olmadığını ve düşüncelerini üzerinde hiçbir baskı olmadan, özgürce seçmeye hakkı vardır.

İşte özgür toplumun yolu bu olmalıdır. Özgür topluma giden yolda en büyük engel dayatılan kimliklerdir.

“Bir örnek verelim bu ortak yana: Yabancı köpekler, yurtlarından uzakta, Bir yerden geçmeye kalktılar mı Seyredin yerli köpeklerin bayramını. Kan dökme gayretiyle gözleri döner, Havlaya dişleye kovalarlar Yabancıları sınır dışına kadar.” [v] diyerek uzun bir masal anlatır La Fontaine.

İşte buna da aidiyet neden olur. Bazı insanlar, uluslar v.s. bazı toprakların, yerlerin, bölgelerin kendilerine ait olduklarını düşünürler. Aynı ülke içinde bile bu böyledir, aynı ulusta bile. Oysa yeryüzü hiçbir ulusa ait değildir, olmamalıdır; o ne de insanlığa aittir o sadece. O evrenin bir parçası olarak bütün canlıların, doğa içinde özgür ve barış içerisinde, aidiyetleri bir kenara bırakarak yaşayabileceği bir yerdir özünde. Ama işte uluslar, devletler, ideolojiler, dinler v.s. aidiyetlerimiz dünyayı yaşanır bir yer olmaktan çıkarır. Bakınız tarihe bütün savaşların nedeni bu saydığım aidiyetler ve başkalarıdır.

Dünyada her şey bizi bir şeye ait olmaya zorlar. Bir dine, ulusa, ülkeye, bölgeye, gruba, çevreye, topluluğa, partiye, kuruma vs… Bu aidiyet, bizim bir ölçüde kendimizi yalnız hissetmememiz ve biraz da güvenliğe sahip olmamız düşüncesinin bir sonucudur. Bir mahallenin kanatları altına girerek kendimizi güvende hissetmek isteriz. Birçok şeye aidiyet hissederiz. Ama iki kişinin yüzde yüz aynı aidiyetleri hissetmesi neredeyse imkânsızdır. Aynı ulusa, dine, dünya görüşüne, topluluğa, mesleğe, dile ait olsalar bile kişiler diğer tercih ve aidiyetlerinde birbirinden farklılaşır. Ama resmi ideolojiler, sistemler, inançlar insanları tektipleştirirler. Çünkü tektipleştirerek onlara egemen olmak ve yönlendirmek daha kolaydır.

İnsan aidiyetlerinden ne kadar kurtulursa, o kadar özgürleşir. Ve dünyadan da çıkarak, evren içinde giderek sonsuzlaşır.

En büyük büyük özgürlük budur işte: Hiçbir yere ve hiçbir şeye ait olmamanın özgürlüğü. Çünkü hiçbir yere ve hiçbir şeye ait olmayan aslında evrenin sonsuzluğuna aittir. O giderek evren gibi genişler, sonsuza doğru yol alır.

Eğer hiçbir yer diye bir yer varsa, işte ben oraya aitim.

Erol Anar


[i] Aktaran: Edward Said:  Kış Ruhu,  Metis Yayınları, sayfa 27.

[ii] Edward Said: Yersiz Yurtsuz, sayfa 387.

[iii] Amin Maalouf: Ölümcül Kimlikler, sayfa 66.

[iv] Amin Maalouf, age.

[v] La Fontaine: Masallar, epub, sayfa 627-628.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!