Aslında belki her şey bir yanılsama, bir uçurum yok. Uçurum sadece kendimiziz başından beri. Daha başından o uçurumun en dibine düşmüşüz, ama bunun çok sonraları farkına varıyoruz.
“Gün akarak kendini bırakıyor, eprimiş kızıllıklarda tükeniyor. Ne biri çıkıp bana kim olduğumu söyleyebilecek, ne de bir zamanlar var olduğumu bilen olacak.” [i]
Böyle diyor Fernando Pessoa, ünlü “Huzursuzluğun Kitabı’nda. Bu kitabı çok severim, hep yanımda, beynimde taşırım. Nereye gitsem bu kitap da benimle gider. Varoluşçu düşüncelerime binlerce kapı aralayan, her biri birer metafor olan keskin ve vurucu cümlelerle dolu bir yapıttır bu.
Varoluşumun bir anlamı yoktur belki, ama onun içini anlamla doldurmaya çalışırım baştan beri. Herkesin yaptığı gibi aslında. Aslında yine Pessoa’nın dediği gibi “altın tozu” adını verdiğimiz kumlardan ibarettir bu boş çaba. Çünkü avuçlarımızdan akanın sonunda altın tozu değil, kum olduğunu görürüz onun dediği gibi.
Ama görmek ve fark etmek de bir işe yaramaz. Kaçınılmaz boşluğumuz ve varlığımız bizi kuşatmıştır.
İktidar, kariyer ve paranın peşinde koşar çoğu insan. Kumu ellerine alıp Pessoa’nın dediği gibi onu altın tozuymuş gibi düşünürler iktidar, para ve kariyer peşinde koşarken. Ama bir gün gelir ki, ellerindekinin sadece kum olduğunu görürler kaçınılmaz olarak. Neyi elde ederlerse etsinler, elleri boş kalacaktır sonunda, kaçınılmaz sondur bu. İşte size boşa harcanmış hayatlar. Bir hiç için harcanmış, kuma adanmış hayatlar.
Kumlarını döke döke giden kumdan varlıklarız hepimiz. Kum saati bizden başkası değil, kendimizi dökeriz zaman yerine varoluş boşluğuna.
İşte varoluşumu anlamlandırma çabam başından itibaren bomboş ve yararsız bir eylemdir. Ama buna rağmen yine de bu çabaya girişirim. Belki içgüdüseldir, bilmiyorum.
***
Öyle çok bilmiyorum demek istiyorum ki, bütün dünyayı bilmiyorum kelimeleriyle doldurmak istiyorum. Dünyanın en az kullanılan bir kelimesidir belki bu. Ama ben seviyorum bunu.
Hayatımız şuna benziyor bir uçurumdan düşerken nasıl olduysa son anda bir dala tutunmuşuz ve aşağıya uçurum keskinliğine bakıp korkuyoruz. Düşmekten korkuyoruz çılgın gibi. Ama tutunduğumuz dal kırılgan ve yavaş yavaş da kırılıyor. Onun kırılışını izliyoruz korkuyla. Nafile bir korkuyla. Aşağıya düşmemiz kaçınılmaz. Uçurum bizi içine çekiyor.
Bir Latince söz vardır, severim: “Abyssus abyssum invocat (Uçurum uçurumu çağırır.)”
Hayatımızın içinde bir kez değil, birçok kez uçurumlardan düşeriz. Sanırız ki bu düştüğümüz son uçurumdur. Ama sonra başka bir uçuruma düşmeye başlarız. Aslında hep uçurumlardan oluşan bir döngüye girmişizdir farkında olmadan. Ve her şey istek ve arzularımızın ötesindedir. Oynadığımız hayat, bizim olmayandır.
Yine Latince bir söz var şöyle: “De profundis clamavi (Uçurumun dibinden haykırdım!).”
Aslında başından beri uçurumun dibinden haykırırız da bunun farkında olmayız sonuna kadar çoğu zaman.
Aslında belki her şey bir yanılsama, bir uçurum yok. Uçurum sadece kendimiziz başından beri. Daha başından o uçurumun en dibine düşmüşüz, ama bunun çok sonraları farkına varıyoruz.
***
“Deniz kıyısında gezinirken gecenin sırrını, uçurumun içyüzünü gördüm bütün bunlarda. Ne çok insanız yaşayan, ne çoğuz kendini kandıran! Bu varoluş gecesinde, heyecanını algıladığımız şu kıyılarda, hangi denizlerdir içimizde yankılanan!.. Ne düşündüğünü ya da ne de istediğini bilen biri var mı? Benliğinin kendisi için ne olduğunu kim biliyor?”[ii] diyor yine aynı olağanüstü yapıtında Pessoa.
Hayatımız aslında tamamen kendini kandırma üzerine kurulu. Varoluşumuz tamamen bir yanılsama belki de. Ne istediğimizi bilmiyoruz, ama sanki biliyormuş gibi yapıyoruz. Yani bu sonuçta kendimizi kandırmak üzerine kurulu bir oyun. Ve zamanımız tükendikçe oyun da kendi sonuna gidiyor: Varoluş oyunu.
Tepeden tırnağa bir yanılsamadan mı ibaretiz? Yoksa tözsel ve içkin varlıklar mıyız? Kim bilebilir ki…
Kim bana kim olduğumu söyleyebilir ki? Ben kendim bile bilmiyorum kim olduğumu. Hepimiz sonsuzlukta bir toza dönüşüp gideceğiz uzak yıldızlara, yani geldiğimiz yerlere, belki de başka yerlere. Belki başka bir evrende devam edeceğiz varoluş oyununa benliğimizin farkında olarak, ama gerçekte kim olduğumuzu bilmeden. Çoklu Evrenlerde… Çoklu varoluşlarda… Kim bilir?..
Erol Anar
[i] Fernando Pessoa: Huzursuzluğun Kitabı, Can Yayınları, sayfa 269.
[ii] Fernando Pessoa, age, sayfa 96.