Bir gece sabah karşı Orhan ve sonradan evlendiği kız arkadaşı ile caz kafeye giderek, bira içmiş ve canlı müzik dinlemiştik. Amsterdam yirmi dört saat yaşayan bir kentti. Geceleri ayrı bir güzel oluyordu Amsterdam; köylerden, ilçelerden Hollandalı gençler Amsterdam’a akın ediyorlardı hafta sonları. Barlar tıklık tıklım doluyor, mekânların ışıkları kanalın suları üzerinde ışıl ışıl yakamozlar oluşturuyorlardı. Kanal kenarındaki kafeterya bar ve restoranların bir kısmında ise canlı müzik vardı. Buralarda daha çok turistler oluyordu.
Bir önceki bölümde değindiğim gibi, Leidsplein’i severdim daha çok. Oraya gider tek başıma bohem sanatçı kafeteryalarında bir bira ya da bir kahve içer ve insanları izlerdim.
Tek başıma takılmayı hâlâ severim. Konuşmadan, sessizce insanları ve çevreyi izlersin sakince. Her türden insan vardı, sanatçı, alternatif insanlar.
Günler böyle geçiyor, hâlâ ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Her şeyi biraz akışına bırakmıştım. Türkiye’ye dönmeyi henüz düşünmüyordum, ama burada kalmaya da karar vermemiştim. Siyasi mültecilik zorunlu olmadıkça tercih edilecek bir şey gibi görünmüyordu bana. Bir kez siyasi mülteci olduğunuzda, içinde yaşadığınız toplumun tüm kapıları otomatik olarak size kapanıyordu. Siyasi mülteci, hayata 5-0 yenik başlıyordu.
Işıklar içinde uyusun Vural ağabey ile kahve yapıyor, sabahlara kadar sohbet ediyor ve tütün içiyorduk. Hollanda kahvesini çok seviyordum, ayrı bir damak tadı vardı sanki. “Drum” marka sarma tütün içmeye başlamıştım. Çok hoşuma gidiyordu. Sertti ve tok bir tadı vardı. Hatko Halil ağabey ise eğer ertesi gün dersi yoksa bize katılırdı.
Vural ağabey, Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi olunca, bir süre sonra bir grup devrimci ile birlikte Suriye’ye geçmişti. Burada kalmışlardı bir süre. “Aşağı” diyorlardı Suriye için.
“Ben aşağıdayken…” dediğinde Suride’yken demek istiyordu. Yukarı ise, Hollanda idi.
Ben ise ona bir gün şöyle demiştim de, Seyhan yenge çok gülmüş, gözlerinden yaş gelmişti:
“Vural ağabey, sen sana ‘ne kadar zamandır Hollanda’dasın’ diye sorarlarsa, “Vallahi aşağı yukarı yirmi yıldır dersin.”
Bir gün “Kavak’ın ekmeği, Havza’nın insanı.” demiştim de çok hoşuna gitmiş ve kahkahalarla gülmüştü:
“Nereden biliyorsun sen bunu?” demişti.
“Biz dörtyol çocuğu değil miyiz?” diye cevap vermiştim ona.
Eğer İtalya’ya oradan İsviçre’ye geçebilmiş olsaydım neler olabileceğine dair muhabbet ediyorduk.
Vural ağabey gülerek,
“Muhtemelen orada kalır, İsviçre’ye yerleşirdin. Arada sırada Hollanda’ya gelir, gelirken de, süpermarketlerde böyle ucuz beyaz ekmekler var, onlardan getirirdin. Dönerken de ‘Siz de gelin İsviçre’ye beklerim.’ der geri dönerdin.” diyordu.
Meltem yenge ise daha sonra bu konuda şöyle diyecekti:
“Elinde bir karpuz ile bizleri ziyaret ederdin.”
“Bir de ucuz İsviçre peynirlerinden ve birkaç çikolata getirirdim.” diyordum.
Eğer gidip İsviçre’de kalsaydım, muhtemelen bir işçi kızı ile evlenir, üç beş çocuk yapar ve küçük bir bakkal dükkânı açar, yaşayıp giderdim diye düşünüyordum.
Bu arada İngiltere’de yaşayan arkadaşım ile de konuşuyordum. Yavaş yavaş Hollanda’da kalma düşüncemden vazgeçiyordum. Sonunda, Londra’ya arkadaşımın yanına gitmeye karar verdim. Bir de oradaki yaşam koşullarını görmek istiyordum. Fakat oraya gitmek için vize almam gerekiyordu.
Bu amaçla, Amasyalı Orhan’ın Hollandalı kız arkadaşı Edith ile ile Amsterdam’daki İngiltere Konsolosluğu’na gittik, o bana gerekirse yardımcı olacaktı. Yanımda arkadaşımın bir dernekten alarak benim adıma gönderdiği sergi davetiyesi, kalacağım yerin adresi ve davet mektubu vardı. Yeterli miktarda param da vardı.
Bütün bu belgelere karşın, Konsolosluk görevlisi İngiliz, pasaportumun fotoğraflı olan sayfasına takılmıştı.
“Bu fotoğraf biraz yıpranmış.” dedi.
“Benim fotoğrafım.” dedim.
Konsolosluk görevlisi, bunu açıkça ifade etmemesine karşın, pasaportumun sahte olduğundan, fotoğrafın da benim tarafımdan yapıştırıldığından şüpheleniyordu.
Böyle biraz konuştuktan sonra, adam pasaportumu geri uzatarak şöyle dedi:
“Size vize veririm bayım, ama bir şartla: Yeni pasaport getirirseniz, vizenizi alacaksınız.”
Dışarıya çıktıktan sonra pasaportuma baktım. Evet fotoğrafımın bir ucu, sayfadan hafif yukarıya doğru kıvrılmıştı. Sanki sonradan yapıştırılmış bir fotoğraf izlenimi veriyordu.
Birkaç gün sonra Amsterdam’daki Türk Konsolosluğu’na gittim ve Konsolos ile görüştüm. Sanatçı olduğumu, İngiltere’de sergi açacağımı da belirterek, durumu anlattım. Konsolos anlayışlı bir kişiydi. Aslında adam karikatürlerimi görse șok geçirirdi.
“Erol bey, size hemen bugün yeni pasaport veririz sorun değil.” dedi ve bir görevliyi çağırarak, pasaportumu hemen bugün hazırlamalarını söyledi.
Daha sonra orada bulunan makinede fotoğraf çekindim, bir takım formları doldurdum ve yaklaşık iki saat sonra elimde yeni pasaportum vardı. Eski pasaportum da yanımdaydı, onda Hollanda vizem vardı; Konsolosluk, eski pasaportumun sadece bir fotokopisini istemişti.
Sonraki gün İngiliz Konsolosluğu’na tekrar giderek, bu kez vizemi aldım. Artık her şey hazırdı. İngiltere’ye gemi ile gitmeye karar vermiştim. Avrupa maceram tren ile başlamış, otobüs ile devam etmişti. Şimdi ise gemiye binecektim.
Hollanda’dan gemi ile İngiltere’ye gidecektim. Gemiye bineceğim liman, Den Haag’a çok yakındı.
Geminin hareket gününden dört beş gün önce Den Haag’da yaşayan Havzalı Sadi ağabeyin evine gittim. Zaten onları da ziyaret etmeyi istiyordum. Orada kalacaktım birkaç gün. Sadi ağabey de tıpkı Vural ağabey gibi 12 Eylül darbesinden sonra Türkiye’yi terk etmiş ve daha sonra siyasi mülteci Hollanda’ya gelmişti. Den Haag’ta gezmeye başladık.
Bir gün Sadi ağabey, beni bir kişiyle tanıştırdı. Benim yaşlarımda bir kişiydi bu, daha sonra o kişi gittikten sonra anlatmaya başladı:
“Bununla bir gün bir bara gittik gece, bira içiyor ve sohbet ediyorduk. Birden üç kişi geldiler ve onu götürmek istediler. Ben müdahale ettim, ama silahlıydı üçü de.
“Sen karışma.” dediler bana.
Daha sonra barın dışında bu kișiyi feci șekilde dövmüşlerdi.
“Neden dövmüşlerdi adamı?” diye sordum.
“Bu adam, bunlardan birisinin arkadaşı imiş. Bunlara bir yanlıș yapmıș anlatılanlara göre… Kendisi inkâr ediyor, yapmadım diyor. Bunun üzerine kardeşler de bu olayı hazmedemiyorlar ve birkaç kez bu adamı feci şekilde dövüyorlar.
Ve bir gün de Rotterdam’a, onun kardeşi Saim’i ziyarete gittik. Rotterdam, Amsterdam gibi tarihi dokusunu koruyan bir kent değildi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerce bombalanmış ve kent neredeyse tümüyle yıkılmıştı. Daha sonra ise, yeniden inşa edilmişti. Gökdelenleri ve postmodern yapıları ile daha çok bir Amerikan kentine benziyordu.
Devam edecek…
Erol Anar
Yazının önceki bölümleri için aşağıdaki linklere tıklayınız:
https://erolanar.org/2019/01/19/avrupa-anilari-3/