Hayalimde canlanıyor, gecenin sessizliğini Dostoyevski’nin yazdığı kâğıdın hışırtıları bozuyor. Yarısı içilmiş demli çayı çoktan soğumuş, ve unuttuğu sigarası da sönmüş kül tablasında. Yazmaya dalmış.
“Dostoyevski mum ışığında okurmuş. Lamba sevmezmiş. Çalışırken çok sigara içip arada sırada da koyu demli çay içermiş. Karamazov’un yaşadığı Staraya Russa kentinden başlayan ve monotonlukla devam eden bir yaşam. En sevdiği renk denizin dalgaları. Kadın kahramanları hep o renkte giysiler giyer.”[1]
Ünlü Rus sinema yönetmeni Andrey Tarkovski, Dostoyevski hakkında böyle diyor.
Tarkovski, yapıtlarından ziyade Dostoyevski’nin kendi hayatının filmi yapılması gerektiğini düşünüyor:
“Dostoyevski romanlarının filmini yapmanın hiç mi hiç anlamı yok. Adamın kendisi hakkında bir film yapmalıyız. Kişiliği hakkında, tanrısı, şeytanı, çalışması hakkında.”[2]
Gerçekten de Dostoyevski’nin hayatı filmlere konu olabilecek kadar ilginçtir.
***
Dünyada en çok ikinci üçüncü türde insanlar vardır aslında. Bunlar lider olarak gördükleri kişi ve kurumlara yaslanarak ayakta durmaya çalışan, kendilerini liderleriyle özdeşleştiren kişilerdir. Çünkü kendi ayakları üzerinde duracak omurgaları yoktur. Ne düşünsel kapasiteleri buna yeterlidir ne kişisel cesaretleri. Onun için bir liderin, kurumun kanatları altına sığınarak kendi geleceklerini ona ipotek ederler. Liderler değiştiğinde ise hemen hemen hepsi aynı şeyi yapar: Kral öldü! Yaşasın Kral!” Yeni bir lidere yanaşır onun etekleri altına girerler hemen. Bu tip insanların oturmuş bir kişilikleri yoktur.
Dostoyevski’nin de Sibirya’da hapishanede bu tür gözlemleri var, şöyle yazıyor:
“Bu tür insanların en önemli özelliği kişiliklerini her yerde, her zaman, neredeyse herkesin karşısında yok etmek, toplum içinde ise yalnızca ikinci dereceden değil, üçüncü dereceden rol oynamaktır.”[3]
Aslında liderlerden çok, onlara destek olan bu ikinci üçüncü tür insanlar tehlikelidir. Çünkü liderler onların üstüne basarak tasarılarını gerçekleştirirler.
Dostoyevski romanlarındaki fikirleri dış dünyanın bir yansıması olarak değil, iç dünyanın yansıması olarak ele almıştır bence. Bunu roman kahramanlarının iç dünyalarının açığa çıkmasında görebiliriz. Aslında onlar tam ve keskin çizgilerle çizilmiş figürler de değillerdir. Tıpkı Platon’un mağarasında duvara yansıyan gölgelerdir bir anlamda. Ya da yarı gölge figürlerdir. Onları biz hayalimizde canlandırırız.
Dış dünyayı çeşitli düşüncelerle, ideolojilerle tartışır yazar. Ama bu tartışmaların etrafında okuyucuya bile sezdirmeden iç dünyaya derin dalışlar yapar. Ayrıca bu tartışmalar da çok uzun diyaloglar, çelişkiler, sanki varılmak istenen bir nokta yokmuş gibi konuşulan konulardır. Yazarın kendisi çelişkiler içinde olduğundan, bu yarattığı roman karakterlerine de yansımıştır. Ancak şu bir gerçek ki, o kendine özgü karakterler yaratmıştır.
“Dostoyevski için önemli olan kahramanın dünyada nasıl göründüğü değil öncelikle dünyanın kahramana nasıl göründüğü ve kahramanın kendi kendisini nasıl göründüğüdür.” [iv] der Bahtin “Dostoyevski Poetikasının Sorunları” adlı kitabında.
Bu düşünceye katılıyorum. Çünkü örneğin Raskolnikov’u ele alırsak onun dünyaya nasıl göründüğünün bir önemi yoktur; önemli ve belirleyici olan olan kitaptaki olaylar dizisi üzerinde, dünyanın ona nasıl göründüğüdür. Onun dünyayı nasıl algıladığı ve kendi kendine de nasıl göründüğüdür sonuç olarak.
“Düşlerle avutup duruyorum kendimi; oyuncaklarla! Evet”.[5]
Daha kitabın birinci bölümünde söylenen bu cümle aslında Raskolnikov’un kendisinin ve kurduğu düş dünyasının farkında olduğunu ortaya koyar. Bu düş dünyası, gerçek dünya değildir, kendisinin oluşturduğu bir dünyadır.
Diğer kitaplarında da böyledir Örneğin “Ecinniler” ve “Karamazov Kardeşler”de kahramanlar tartışırlar belirli konuları ve bir sonuca varmazlar. Karmaşık ve çelişkili düşünceler vardır. Aslında ve önemli olan, dünyanın onlara nasıl göründüğüdür.
Bahtin, “çok sesli roman” olarak niteler Dostoyevski’nin roman anlayışını ve şöyle der:
“Dostoyevski’nin kahramanı nesnelleşmiş bir imge değil, özerk bir söylemdir, bir saf sestir; onu görmeyiz ama işitiriz; kahramanın söylemi dışında gördüğümüz ve bildiğimiz her şey önemsizdir ve söylem tarafından hammadde niyetine kullanılır, aksi halde uyaran ve kışkırtan bir şey olarak söylemin dışında kalır.” [6]
Dolayısıyla burada kahraman olgusu yani edebiyatın o güne dek alışılagelmiş kahraman imgesinden farklıdır ve biraz da anti-kahramandır bunlar.
Hayalimde canlanıyor, gecenin sessizliğini Dostoyevski’nin yazdığı kâğıdın hışırtıları bozuyor. Yarısı içilmiş demli çayı çoktan soğumuş, ve unuttuğu sigarası da sönmüş kül tablasında. Yazmaya dalmış. Uzun tartışmaları, diyalogları yazıyor, belki “Budala” kitabını kim bilir? Sonsuza kadar kalacak bir imge bu.
Erol Anar
[1] Tarkovski:”Zaman Zaman Içinde”, Afa Yayınları, Ekim 1994, İstanbul, sayfa 54-55.
[2] Tarkovski, age, sayfa 7.
[3] Dostoyevski: Ölü Bir Evden Hatıralar, İletişim Yayınları, Önsöz, 3. Baskı 2010, Istanbul, sayfa 104-105.
[4] Mihail M. Bahtin: “Dostoyevski Poetikasının Sorunları”, Metis Yayınları, 2002, Istanbul, sayfa 97.
[5] Dostoyevski: “Suç ve Ceza”, Venedik Yayinlari, pdf, sayfa 5.
[6] Bahtin, age, sayfa 105.