Tepeden tırnağa içime doluyorsun sevgilim, içimde bir hayat gibi hiçbir boşluk bırakmamacasına; anlamsın, bir tuvalde bir renk, camda bir öpücük izi, duvarda el izi, bir yolda kayıp eldiven gibiydin, bulduğumda elime tam oturdun. Bir duvarda usta işi bir graffiti, bir yüzde zarif bir maskeydin sen.
Bazen insanlardan uzaklaşırız, yabancılaşırız yanımızdaki insanlara. Sesleri bize yabancı gelir. Garip garip tanımaya çalışıyormuş gibi onların yüzlerine bakarız. Sanki hiç tanımadığımız ve ilk kez gördüğümüz birisidir yanımızdaki insan. O kadar uzağızdır bazen yanımızdaki insanlardan. Yabancılaşma kaçınılmazdır ve insanın en büyük acısıdır o sevgilim.
Sonra yolda yürürüz ya da bir kafeteryaya otururuz yol kenarındaki ve gelen geçen insanların yüzlerine bakarız. Ne kadar yabancılardır sana, kendini çok yalnız hissedersin. Tanımak bir yana aynı türe ait bile hissetmezsin kendini onlarla. Ya sen Homo Sapiens değilsindir, ya da onlar. Kalabalıklar üzerine doğru geldikçe, sanki bir mezara gömülmüşsün gibi hissedersin kendini ve bunalırsın.
Hepimiz birer parmaklık taşıyoruz yanımızda Kafka’nın dediği gibi. Kendi kendimizin tutsağıyız. Kendi kendimizin yabancılaştırıcısı.
***
Bazen uzaktayken özlediğimiz birisini, yanımıza geldiğinde aslında hiç özlemediğimizi fark ederiz. Bir imajı özlemişizdir biz. O kişinin bizdeki yokluk imajını, yoksa kişinin kendisini değil.
Bazen uyuruz uyanırız. Uyanınca bir şeylerin değişeceği umudunu taşırız. Ama hiçbir şey değişmez. Hatta bazen daha kötüye gider her şey biz uyanınca. Yine Kafka’nın dediği gibi: “Biraz daha uyusam bütün bu olanlardan kurtulabilir miyim?”
Kurtulamıyoruz ne yazık ki.
***
Nefes alacak, günlük hayattan bir anlığına olsa da kaçıp kurtulacak, içimizdeki denizin dalgalarının ve martıların çığlık çığlığa seslerini duyabileceğimiz bir adaya ihtiyacımız var. Eğer gerçekte böyle bir adamız yoksa, hayalimizde böyle bir ada yaratmalıyız. Gün gelir hayal gerçeğe karışır. Artık o zaman neyin hayal neyin gerçek olduğunun bir önemi kalmaz. Hayaline o kadar gömülürsün ki, gerçek umurunda bile değildir artık. İşte böyle bir gerçekliktir bir ada yaratmak.
Kafka’nın Milena’ya Mektuplar’ı gibi ben de sana mektuplar yazıyorum. Onun dediğini aynen sana söylüyorum düşümde:
“Ah! Milena, bu sessiz geceler insanı boş hayallere sürüklüyor,aslında yok etmek istediğim mutluluklar değil, acılarım…”
***
Ne kadar çok acılardan, yabancılaşmalardan, yalnızlıklardan oluşuyoruz. Acınacak haldeyiz, ama bir türlü kendimizi göremiyoruz. Gözümüz hep başkalarının üzerinde, başkalarına ayar vermeye çalışıyoruz sevgilim…
Tepeden tırnağa içime doluyorsun sevgilim, içimde bir hayat gibi hiçbir boşluk bırakmamacasına; anlamsın, bir tuvalde bir renk, camda bir öpücük izi, duvarda el izi, bir yolda kayıp eldiven gibiydin, bulduğumda elime tam oturdun. Bir duvarda usta işi bir graffiti, bir yüzde zarif bir maskeydin sen.
Yanımda taşıdığım beni tutsaklaştıran parmaklığı atıp özgür olmuştum sana olan aşkımla birlikte.
Bir yazarın iç dünyası yazdıklarına bir ölçüde yansıyabilir. Ama tamamen değil. Bu yüzden yazılarımın dünyasına herkes girebilir, ama iç dünyama pek az kişi…
Bu yüzden en sevdiğim şey bazen senin iç dünyanda huzur bulmak ve orada sakin bir biçimde dolaşmaktır. Sen de benim iç dünyamda gezinirsin bazen. İşte zaten bu yüzden seviyor ve anlıyoruz birbirimizi.
Sen benim özgürlük adamsın… Ben de senin…
Sevgiyle kal…
Erol Anar
Temmuz – Ağustos 2018
Paraná