Erol Anar, Bağımsız İnternet Gazetesi T24’te, “Şerif Mardin ve Bir Öteki Mahalle Hikâyesi” başlıklı bir yazı yayımladı (7 Eylül 2013). Bu yazıya ilişkin düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım.
Olay: 1997 yılında, Erol Anar, Washington DC’de dil kurslarına devam etmektedir. Bu arada resim ve karikatür çalışmalarını da sürdürmektedir. Washington’daki ev sahibi tesadüfen galeri sahibidir. Erol Anar’a resimlerinden ve karikatürlerinden sergi açmayı önermiştir. Sergi girişimini Washington’daki Human Rights Watch yöneticileri de desteklemektedir. Human Rights Watch, Erol Anar’ı Türkiye’deki insan hakları çalışmalarından dolayı yakından bilmektedir.
Sergi düzenlenir. Human Rights Watch yöneticileri, Erol Anar’dan habersiz olarak, Washington’daki bir üniversitede ders vermekte olan Prof. Dr. Şerif Mardin’den serginin açılışını yapmayı teklif eder. Şerif Mardin Hoca, bu teklif karşısında “düşüneyim” der. Şerif Hoca, birkaç gün sonra, düşüncesini Helsinki Watch yöneticilerine bildirir. Hoca, şöyle der: “Erol Anar terör örgütü PKK’nın gazetesinde yazmaktadır. Teröre, PKK’ya destek vermektedir. Erol Anar PKK’lıdır. Bu bakımdan ben bu serginin açılışını yapamam.”
Prof. Dr. Şerif Mardin’i yakından tanırım. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden hocamdır. 1950’lerin sonları, 1960’ların başları… Hocayı, 1950’lerin ortalarında yayına başlayan Forum Dergisi’nden, 1956 Turhan Feyzioğlu olayından da biliyorum. SBF Dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu, 1956-1957 ders yılı açılış konuşmasında “nabza göre şerbet vermeyin” dediği için bakanlık emrine alınmıştı. Bu olayı protesto etmek için bazı hocalar görevlerinden istifa etmişlerdi. Bunlar arasında Şerif Mardin de vardı.
Şerif Hoca’yı 1960’ların sonlarında kurulan Türk Sosyal Bilimler Derneği’ndeki çalışmalarından, daha sonraki çalışmalarından, İletişim Yayınları tarafından hazırlanan kitaplarından da tanırım. Mahalle baskısı kavramı, Türk sosyal bilimlerine önemli bir katkıdır.
Erol Anar’ı 1990’larda İnsan Hakları Derneği çevresinde yürüttüğü çalışmalardan dolayı yakından tanıyorum.
Şerif Hoca bu öneri karşısında şöyle bir tutum sergileyebilirdi. Örneğin, serginin açılışını yapıp insan hakları konusunda birkaç güzel söz söyleyebilirdi veya “programım dolu, bu açılışa katılamayacağım,” diyebilirdi. Şerif Hoca öyle yapmıyor. Erol Anar’ı suçlayıcı ifadeler kullanarak serginin açılışını yapmayacağını, yapamayacağını söylüyor.
Bu suçlayıcı ifadeler üzerinde de durmak gerekir. 1980’lerin ortaları, 1990’lar, bu dönemde İnsan Hakları Derneği çevresinde çalışan insanlar çok saygın insanlardır. Bunlar çok ağır mağduriyetleri de göğüsleyerek hiçbir karşılık beklemeden bu mücadeleyi sürdürmüşlerdir.
Bu dönemde PKK’nin haftalık, günlük yayın organlarında yazan pek çok saygın insan vardır. Bunu da “ezilenlerin yanında yer alma”, “baskı görenlerin, zulme uğrayanların yanında yer alma” kavramlarıyla değerlendirmek gerekir. Öte yandan kişinin nerede yazdığı değil, ne yazdığı önemlidir. Bu da şüphesiz eleştiriye açıktır. Bunu yapmak yerine suçlama yapmak sağlıklı bir tutum değildir.
Bu kısa girişten sonra olaya ilişkin esas düşüncelerimi açıklamak gereğini duyuyorum.
Devletin Kürd, Kürdçe İnkârı
Devletin Kürd, Kürdçe inkârı üniversiteye nasıl yansımıştır? Üniversite kurullarına, öğretim üyeleri profesörlere nasıl yansımıştır?
Resmi ideoloji Türk siyasal hayatında çok etkin bir kurumdur. Resmi ideoloji Türk siyasal sisteminin, Türk siyasal rejiminin en önemli kurumudur. Resmi ideoloji Kürdler konusunda geliştirilmiştir. İnkâra, imhaya, aşağılamaya dayanmaktadır. Düşün yasakları, resmi ideolojinin önemli bir dayanağıdır. Türk üniversitesi kurumsal olarak düşün yasaklarını, resmi ideolojiyi savunmaktadır. Özgür eleştiriye karşı çıkmaktadır. Üniversitede bireysel olarak düşün yasaklarına karşı olan, özgür eleştiriyi savunan hocalar şüphesiz vardır. Az da olsa vardır.
Türk üniversitesi, resmi ideolojiyi benimseyen, gereklerini yerine getiren kurumların başında yer almaktadır. Üniversite kurulları, öğretim üyeleri, profesörler vs. Kürd-Kürdistan konularıyla hiç ilgilenmezler. Devletin inkârcı, imhacı ve aşağılayıcı görüşlerini yoğun bir şekilde savunurlar. Eğer bu konuyla ilgilenen biri olursa, o kişi Kürdlerden, Kürdçeden söz ediyorsa onu hemen görevden uzaklaştırırlar. Bütün bunlardan dolayı, üniversite öğretim üyeleri genel olarak Kürd-Kürdistan sorunu konusunda sağlıklı bilgileri yoktur. Reddedilen, inkâr edilen bir konu olduğu için kimse bu konuyla ilgilenme gereğini duymaz. Bu konularla ilgilenenlerin çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşmış olmaları, bu konulardan uzak durmanın, bu konularla ilgili olguları yok saymanın diğer bir nedenidir.
Üniversitenin genel olarak öğretim üyelerinin, profesörlerin bu konularla ilgili sağlıklı bilgileri yoktur dedik. Hiç mi bilgileri yoktur? Elbette vardır. Devlet bu konularda ne diyorsa bilgilerini belirleyen ve yönlendiren de bunlardır.
Son otuz yıllık savaşı düşünelim. Daha sonra bu konularla ilgili doksan yıllık devlet söylemini düşünelim. Devletin Kürdlerle, Kürdçeyle ilgili olarak olumlu tek bir sözü yoktur. Devlet söyleminde hep red, inkâr, imha, aşağılama, yok sayma egemendir. Üniversitenin, profesörlerin düşüncelerini, tutumlarını belirleyen ve yönlendiren de devletin bu inkârcı, retçi, imhacı, aşağılayıcı, yok sayıcı tutumudur.
Burada bilim anlayışı konusunda, özellikle sosyal bilimler konusunda çok önemli bir soru vardır. Olgular inkâr edilerek, yok sayılarak, bilim, sosyal bilim yapılabilir mi? Düşün yasaklarına karşı olmadan, düşün yasakları eleştirilmeden bilim üretilebilir mi?
Profesör Dr. Şerif Mardin’in, Erol Anar’ı “PKK’lıdır” diye suçlayarak “PKK gazetesinde yazıyor” diye suçlayarak yaptığı budur. Şerif hocanın kitaplarına, yazılarına baktığımız zaman Kürd, Kürdistan konularıyla ilgilenmediğini görüyoruz. Bu, Türkiye’nin nüfusunu oluşturan çok büyük bir kesimin toplumsal analizlerin dışında tutulduğunu anlatır. “Biz ayrım yapmıyoruz, herkesi, bütün nüfusu analizimize katıyoruz” demek, bütün nüfusu Türk kabul etmek demektir. Resmi ideoloji tam da budur.
Human Rights Watch yöneticileri, Erol Anar’ı bilen insanlardır. Şerif hoca, bu tutumuyla, Erol Anar’ı Human Rigths Watch’a şikayet etmiş olmaktadır.
Örneğin Şerif Mardin Said-i Kürdi ile ilgili çalışmasında Said-i Kürdi’nin Kürdlerden, Kürdçeden söz eden yazılarına, Said-i Kürdi’nin bu niteliğine hiç değinmemektedir. Örneğin, Said-i Kürdi’nin, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi”, “Divan-ı Harb-i Örfi”, “Kürdler ve Osmanlılık”, “Kürdler ve İslamiyet”, “Kürdler Yine Muhtaçtır” gibi makalelerine; “Kürdistan Ulema ve Meşayih ve Rüesa ve Efradına Meşrutiyete Dair Telkinat”, “Prens Sabahattin Bey’in, Su-i Telakki Olunan Güzel Fikrine Cevap”, “İstanbul’da Kürdlere Yapılan Telkinat”…konuşmalarına bu konuşmalardaki ve yazılardaki belirlemelere hiç değinmemektedir. Şerif Hocanın yazılarında kitaplarında 19. yüzyıldaki Hıristiyan nüfus da analizlere konu edilmemiştir. 19. Yüzyılda İttihat ve Terakki döneminde, Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında ve daha sonraki dönemlerde Ermeni malları, Rum malları, Süryani malları çok önemli bir sorundur. Bu, sosyal bilimlerin her alanını ilgilendirmektedir. Bu tarihi de sosyolojiyi de siyaset bilimlerini de ekonomiyi de antropolojiyi de ilgilendiren temel bir sorundur. Kuşkusuz hukuku da ilgilendirmektedir.
1908’lerdeki, 1910’lardaki Said-i Kürdi 1950’lerde nasıl Said-i Nursi olmuştur? Bu dönemin incelenmesi önemlidir. Rum malları, Ermeni malları Batı‘da nasıl Türk tüccarın, Müslüman Türk tüccarın, Türk işadamlarının denetimine verilmiştir? Ermeni malları, Süryani malları Kürdistan’da nasıl Kürd aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin, Kürd toprak sahiplerinin denetimine geçmiştir? Bu süreç elbette tarihsel ve toplumsal bakımlardan incelenmesi gereken önemli bir süreçtir.
AKP hükümeti, bugün, İstanbul’daki gasp edilmiş, Gayrimüslim vakıf mallarının iadesi konusunda küçük bir adım atmış durumda. Bunların % 16 kadarı iade edilmiş. Ama özel mülklerin iadesi konusunda, taşradaki, gasp edilmiş, binlerce gayrimüslim, okul, kilise, manastır ve şahıs mülklerin iadesi konusunda hiçbir çalışma yok.
Bilimde Doğruluğun Ölçütü Nedir?
Bilim olgusaldır. Bilimde doğruluğun tek ölçütü vardır o da olgulardır. “Türkiye’de en büyük olmak”, “Ortadoğu’da en büyük olmak”, “Dünyada en büyük olmak”, “otorite olmak” bilimde doğruluğun ölçütü değildir. Doğruluğun tek ölçütü ise olgulardır. Kürde, Kürdistan’a ilişkin olgular ise inkâr edilmekte, yok sayılmakta, görmezlikten gelinmektedir. Bu tutumdan, bu zihniyetten bilim çıkmaz.
Bilim, özellikle de sosyal bilimlere sorulacak temel soru şudur: Olguları böylesine inkâr edilerek, yok sayılarak, yalana dayalı resmi ideoloji böylesine benimsenerek bilim olur mu, sosyal bilim olur mu?
Türkiye’de, Türk düşün hayatı, Türk düşün tarihi gibi konularda çalışan öğretim üyeleri düşün yasaklarına hiç değinmemektedirler. Bu da devletçi bir tutumdur. Düşün yasakları hiç dert edilmeden, düşün yasakları eleştirilmeden, özgür eleştiri savunulmadan düşün hayatı, düşün tarihi incelenebilir mi?
Mahalle Baskısı
Türk sosyal bilimlerinin, Kürd/Kürdistan sorunu, Ermeni sorunu, Süryani sorunu, Alevi, Ezidi sorunları olmamıştır. Bu olgular, toplumsal ve siyasal analizlere katılmamıştır. Yazarlar, öğretim üyeleri, vs. Kürd/Kürdistan olgusunu, Ermeni olgusunu, toplumsal ve siyasal analizlere kattıkları zaman, daha önce bu konularla ilgili olarak ulaştıkları ı sonuçlara ulaşabilirler mi? Aynı sonuçlara mı ulaşırlar?
Örneğin tarihsel ve toplumsal analizlerde şöyle bir değerlendirme vardır: “Kemalist hareket, dünyanın bütün mazlum uluslarına, ulusal kurtuluşları yönünde örnek olmuştur. Onlara, ulusal kurtuluş ilhamı vermiştir. Mustafa Kemal: “… Bugün güneşin ufuktan nasıl doğduğunu görüyorsam, mazlum ulusların kurtuluşunu da öyle görüyorum…” demiştir.
Türk yöneticiler, ulusal bayramlarda, sık sık bu görüşü dile getiriler. Bu görüş, üniversite çevrelerinde, üretilen toplumsal ve siyasal analizlerde de yer alır. Örneğin Kürd/Kürdistan olgusu, Rum-Pontus olgusu bu analizlere katılsa, bu görüşler yine tekrar edilebilir mi? Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa, Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını nasıl sağlamıştır? Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da kimlerle, hangi yönetimlerle işbirliği yapılarak bu süreç geliştirilmiştir?
Kemalist hareket, 1915 Ermeni soykırımını inkâr etmeyi sürdürmektedir. Ermeni olgusu toplumsal ve siyasal analizlere katılsa bu görüşler yine tekrar edilebilir mi? Ermeni malları, Rum malları, Süryani malları ne oldu sorusu önemli değil midir? Bu soruyu sormak, bu soruya makul cevaplar aramak bütün analizlerin ters-yüz edilmesini getirebilir.
Kanımca düşüncelerin değiştirilmesi çok zordur. Burada da etkin bir mahalle baskısı vardır. Yazarlar, araştırmacılar, mahalle baskısı dolayısıyla düşüncelerin, tutumların kolay kolay değiştiremezler. Çünkü bu resmi ideolojinin etkin bir şekilde eleştirisini gerekli kılar.
Yukarıda, Şerif Mardin hocayı, çalışmalarını yakından bildiğimi söylemeye gayret ettim. Ama bundan sonra Şerif Mardin Hoca’yı, hep, Erol Anar’la birlikte hatırlayacağım.
Ismail Besikci
http://www.ismailbesikcivakfi.org/default.asp?sayfa=duyuru&id=130