
İlk makalemi 23 yaşında yazdım ve yayınlandı. O zamandan bu yana, yaklaşık 36 yıldır yazıyor, sorguluyor, araştırıyor ve öğreniyorum. Gerçi o zamanlar tek taraflı bir bakış açısına sahiptim ve tek, mutlak bir gerçeğe inanıyordum; ve o da benim avucumdaydı ya da benim gibi düşünenlerin. Daha sonra yazmaya devam ettikçe, kitaplarım yayınlandıkça daha geniş bakış açısına sahip olmaya başladım ve tek taraflı gerçeklikleri, tek taraflı bakış açımı sorgulamaya başladım. Giderek kendi kendimin öğretmeni ve öğrencisi oldum; bu öğrencilik süreci hayatın içinde hâlâ devam ediyor.
Uzaklar seni kendine yakınlaştırma şansını da verir.
Şunu da gözlemledim: Okurlarımın bazılarının bir süre sonra sorgulamaktan sıkıldığını, sürekli sorgulamanın insanı yorduğunu gördüm. Belki bu yüzden bazıları kopuyor, sorgulamak istemiyorlar daha fazla. Hayat…
Evet, hayatı yaşarken sorgulamak gerekiyor. Yani, sorgulamak onu yaşamamak, o hayatı kendine zehir etmek demek değildir. Tersine ben sorguladıkça mutlu oluyorum; mutsuzluk vermiyor bana bu, çünkü gerçeğe daha çok yaklaşıyorum.
Berraklaşmış olduğumu düşünüyorum; o gerçek artık gerçek ise, bilemiyorum. Hakikati ve gerçeği arama serüveninde insan sürekli olarak kendisini sorgulama sürecinden geçiyor. Daha sonra tek bir hakikat ve gerçeklik olmadığını fark ettim. Yani, herkesin inandığı tek ve mutlak bir gerçek, gerçek olamaz; çünkü o zaman dünyada herkes kendisinin haklı olduğunu düşünürdü. Dolayısıyla, herkesin kendi gerçeği var; milyonlarca, milyarlarca gerçek ve hakikat var. Bu nedenle birden fazla gerçek ve hakikat olabileceğini düşünüyorum ya da şöyle diyelim: Herkes istediğine inanabilmeli, dayatmadan. Ben bilimi, gerçekliği tercih ediyorum; ama bilimi de sorgulayarak, manipülasyonu kabul etmeyerek.
Gerçekten insanın sonu, düşünemeyeceğimiz kadar yakın; hem kendisinden kaynaklı içsel, hem de dışsal etkenler var.
“Hep insanlardan uzak yaşadım, yalnızlığım arttıkça da kendimi daha iyi keşfettim.” (Fernando Pessoa: Huzursuzluğun Kitabı, 10. Basım Aralık 2013 İstanbul, Çev: Saadet Özen, sayfa 319)
Daha sonra, 30’lu yaşlardan itibaren daha da kendi çizgimde olgunlaşmaya başladım ve daha geniş düşünebiliyordum. Artık 40’lı yaşlara geldiğimde ise, evlenerek Latin Amerika’ya göç ettim ve hayatımı yaklaşık olarak 20 yıldır da burada sürdürüyorum. Dolayısıyla, buraya geldikten sonra daha geniş bir bakış açısına sahip oldum. Çünkü doğup büyüdüğüm ülkeye uzaktan objektif bir şekilde bakabilirdim yapabildiğim ölçüde; ayrıca Latin Amerika gerçekliğini yakından görebilme şansım oldu. İşte bunun için hep şöyle diyordum: Uzaklar seni kendine yakınlaştırma şansını da verir.
Şunu da fark ettim hayata ideolojik ya da inançsal açıdan bakınca insan orada gerçeği kaçırıyor, hakikati göremiyor. İşte o zaman avucumdaki doğruyu ve hakikati sorgulamak gerektiğini anlamıştım. Ve bunu sürekli yapmalıydım.
Osho şöyle diyor: “Gerçeği arzuluyorsanız, zihninizi herhangi bir ideolojiyle bağlamayın. Eğer orada bir ideoloji varsa, gerçek asla gelmez. Gerçek ve ideoloji birbirinin düşmanıdır.” (Osho: Bir Sabun Köpüğüdür Hayat, Omega Yayınları, Aralık 2019, Çev: Eda Aksan, sayfa 29.)
Bu durum bana yeni pencereler açtı ve dolayısıyla kendi mantalitemde bir özgürleşme sürecim başladı ve hâlâ da devam ediyor.
Ama sorgulama sürecim sadece yazı yazmakla başlamadı; ondan önce de yaşama dair bazı sorularım vardı kafamın içinde. Aynen aşağıdaki alıntıdaki gibi:
“Sen yazı yüzünden değil, yaşam yüzünden bu sorular üzerine kafa yoruyorsun.” (Hwang Bo-reum: Ocak 2024, Athica Yayınları, sayfa 217.)
İnsanlar ve İnsanlar
Eskiden çok hümanisttim, şöyle düşünürdüm: İnsanları, insanlığı seviyorum. Aslında ne kadar büyük ve iddialı bir söz! İnsanlar ya da insanlık dendiğinde, içinde her türlü mahlûkat var; her türlü yozlaşmış, kötü, pislik, iğrenç, düşünemeyeceğimiz şeyler var. Yani insanlık hepsini içinde barındırıyor. Halk, insanlık gibi kavramlar 19. yüzyılın yüceltilmiş kavramlarıdır ve antroposantrik bir bakış açısıyla hep dile getirilmiştir. Dolayısıyla çok büyük bir laf bu ve gerçekçi değil. Ben şimdi “Insanları seviyorum, insanlığı seviyorum” diye hiç demiyorum; böyle bir şey aklımdan bile geçmiyor.
“Bazen insanların içine dalıverdiğimde bir şaşkınlığa, boşluğa düşerim; sanki ölmüşüm gibi gelir, solgun, renksiz bir gölge olarak yaşıyormuşum aynı zamanda, ilk meltem yere çalacakmış beni, biri dokunduğu anda toza dönecekmişim.” (Fernando Pessoa: Huzursuzluğun Kitabı, 10. Basım Aralık 2013 İstanbul, Çev: Saadet Özen, sayfa 319)
Sadece bazı insanları seviyorum, o kadar. Buna kendi dünyamda, kendi ölçütlerimde değen insanlar. Diğerlerini sevmiyorum; sevmek zorunda da değilim. Beni de sevmeyenler de olabilir; bu da normal.
Böylece Foucault’nun dediğine geliyorum: “İnsan dediğimiz şey yakın tarihin icadıdır ve sonu yakındır.” diye yazmıştı.
Gerçekten insanın sonu, düşünemeyeceğimiz kadar yakın; hem kendisinden kaynaklı içsel, hem de dışsal etkenler var. Evrendeki ve dünyadaki gelişmelerle ilgili olarak koşullar kötüleşiyor ve çok hızlı değişiyor. Örneğin, iklim değişikliğinin bu kadar hızlı sonuçlar doğuracağını kim düşünürdü?
Yarın başka sorunlar çıkacak, bunu bilim insanları da söylüyor. İnsanlar var ve insanlar var. Dolayısıyla, insanların büyük bir kısmını sevmiyorum; belki bir elin parmakları kadar, belki biraz daha fazla insanı seviyorum. Hayvanları ve doğayı daha çok seviyorum. İnsanların olmadığı bir dünya, hayvanlar, doğa ve bütün dünya için çok daha iyi olacaktır.
Erol Anar
Paraná, 2 Mart 2025
Fotoğraf: debowscyfoto, Pixabay.