![](https://erolanar.org/wp-content/uploads/2025/02/1000007565-644x429.jpg)
Sevdiğim anonim bir cümle vardır: “Hayat, siz onu planlarken başınıza gelenlerdir.”
Hep planlar yaparız, her şeyi ve herkesi kendi kontrolümüz altında tutmaya çalışırız. Böyle yaptığımızda kendimizi daha iyi hissederiz belki ve bir çeşit mikro iktidar uygularız diğer insanlar üzerinde. Böylece daha güçlü mü hissederiz kendimizi? Kim bilir… Ama insan doğasının en önemli özelliklerinden birisidir bu kontrol, çünkü iktidar, kontrolü getirir.
Çoğu zaman kendimizi kontrol edemeyiz, çünkü tüm enerjimizi ve dikkatimizi çevremizdeki insanları kontrol etmeye harcamışızdır. Bir hiç uğruna sinirleniriz; bütün öfkemizi diğerlerine boşaltırız. Bunlar, üzerinde mikro iktidar kurduğumuz insanlardır. Daha sonra belki de pişman oluruz, ama iş işten geçmiş olur. Çünkü kendini kontrol edemeyen insan, aslında hiçbir şeyi kontrol etmez, edemez; çünkü o kendinden habersizdir. Kendini olduğundan çok farklı görmektedir; kendi gerçekliğinden çok uzaktır, kim olursa olsun. Çevresindeki insanlara kontrolsüzce, dikkatsizce ve onları aşağılayarak ya da başka biçimlerde küçümseyerek, korkutarak davranmaya çalışıyorsa o insan, diğer insanların gizli nefretine hedef olacaktır. Ama bu durumun belki de asla farkına varmayacaktır.
Öz saygı
“Kendime saygı duyduğum sürece başkalarının fikirleriyle ilgilenmeye ihtiyaç duymam.” [David Burns: İyi Hissetmek: sayfa 124)]
Oysa çoğu zaman başkalarının fikirlerini, bile eklemeden Sanki kendi fikirlerimiz gibi başkalarına dayatırız. Bir fikir oluşturmak için en küçük bir çaba bile harcamayız.
Kendine saygı duymamak, bence bir insanı çökerten en olumsuz davranış biçimidir ve çoğu insan kendine olan saygısızlığının farkında bile değildir. Başkalarının ona saygısızlık yaptığını düşündüğü anda, belki de büyük olasılıkla kendindeki öz güven eksikliği, aşağılık kompleksi ve başka etkenler olabilir; bilmiyorum, belki de kendisine olan saygısızlığı yatmaktadır bunun temelinde; kim bilir….O, belki başkalarına bağırırken kendi içindeki, bilinçaltındaki güçsüzlüğüne bağırmaktadır, farkında olmadan.
“Öncelikle, yaptıklarınız sayesinde değer kazanamazsınız. Başarılar size tatmin getirebilir ama mutluluk değil. Başarıya dayalı öz güven “sahte” bir güvendir, gerçek değildir.” [David Burns: İyi Hissetmek: sayfa 78]
Oysa çoğu insan başarılarıyla kendisine değer biçer; ne kadar çok paraya, iktidara, kariyere ulaşmışsa kendisini o kadar başarılı birisi olarak düşünür ve diğer insanları da küçük görmeye başlayabilir. Oysa yukarıdaki yazarın belirttiği gibi, bu öz güven değil, sahte bir güvendir ve dengesizliğe yol açabilir.
Canavar
“Canavarlarla savaşan kişi dikkat etmelidir ki kendisi de canavara dönüşmesin. Çünkü uzun süre uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar.”[ Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde]
Peki ya canavarla savaşan kişi zaten canavarsa ya da kendisini melek olarak gösteren bir canavarsa? Demem o ki, aslında herkes bir canavardır; herkesin içinde bir canavar vardır, ama kendimizi melek olarak gösteririz. İnsanlara kendi canavarlarımızı melek maskesi altına gizlerken, başkalarının canavarlarını ortaya çıkarmaya, onları yenmeye, yok etmeye çalışırız; işte yeryüzündeki yaşam aslında budur.
Belki de Nietzsche’nin dediği gibi… Canavarla savaştıktan sonra canavar oldu insan, ama yine de canavar olduğunun farkında değildir. Hiçbir insan saf ve temiz olamaz; içindeki canavarın açığa çıkması sadece şartların olgunlaşmasına ve içinde bulunduğu duruma bağlıdır. Örneğin, tarihe bakalım; çoğu zaman siyasal iktidarı kim elinde bulundurursa, canavarlaşmaya başlar. Bunu ince ya da kaba yöntemlerle yapar, ama canavarlaşır. Gün geçtikçe, ister istemez ve aslında belki zaten canavardır o kişi; ama iktidar, içindeki canavarı daha da azgınlaştırır, daha da ortaya çıkarır. O kişinin hangi ideolojiye, hangi dünya görüşüne mensup olduğunun hiçbir önemi yoktur. İşte biz tarih laboratuvarına baktığımızda bunu görürüz: canavarların resmi geçidi.
“Sizden başka canavar yok belki.” [William Golding, Sineklerin Tanrısı)]
Aslında biz insanlar, asıl ve en tehlikeli canavarız; ama hep karşımızdakini canavar yerine koyar, kendimize ise en asil, en temiz, en derin duyguları yükleriz. Karşımızdaki canavar da bizi canavar yerine koyar; kendisinin canavar olduğunun farkında değildir, o da kendisini en temiz, en asil duygularla donatır. Dolayısıyla yani biz hem canavarla savaşırken, hem de ona boyun eğerken, canavarızdır.
Freud şöyle yazıyor: “Koşullar elverişli olduğunda, kendisini normalde ketleyen karşıt ruhsal güçler ortadan kalktığında, saldırganlık kendiliğinden ortaya çıkıverir; insanı, kendi türüne karşı merhamet nedir bilmeyen vahşi bir canavar olarak ortaya çıkarır.” [Sigmund Freud: Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları, sayfa 19.]
Öyleyse insan, sadece koşulların oluşmasını beklerken kendini tutan bir canavardır; iyi ve kötüyü aynı anda barındıran ve koşullar olgunlaştığında bunlardan birisini ortaya çıkarabilir. Ortaya çıkan bir canavar ne iyidir, ne kötüdür; -çünkü bunlar bakış açısına göre değişebilir- ama o bir canavardır. Kendisini kim ve nasıl olarak görürse görsün, hangi ideolojiyi ve inancı savunursa savunsun, hiçbir şey onu canavar olmaktan kurtaramaz. Ve her zamanki gibi, dönüp dolaşıp tarihe baktığımızda bu canavarlaşma öykülerini çok sık görürüz. Kimine kahramanlık deriz, kimine ihanet; düşmanınınkini yalanlarız, kendimizinkini abartırız. İnsanın canavarlık tarihi dışında bir tarihi yoktur.
Doğrular ve hakikatler
Nietzsche şöyle yazar: “Ama benim doğrularım korkunçtur: Bugüne dek yalana doğru dediler çünkü.” [Nietzsche: Ecce Homo, sayfa 111.]
Bugün de aslında öyle; yalana hâlâ doğru diyorlar ve herkesin doğrusu bir başkadır. Herkes diğerinin doğrusunu yanlışlarken, kendi doğrusunu tek ve mutlak olarak dayatıyor, dayatmaya çalışıyor. Bir kez en başından, mutlak ve tek doğru, tek hakikat diye bir şey tanımıyorum.
Zaten bütün savaşların nedeni bu değil mi? Herkesin tek ve mutlak doğruyu kendi avucunda tuttuğunu düşünerek onu diğerlerine empoze etmesi.
Eğer birden çok doğru olabileceğine inanılsaydı, insanlar belki de çok daha barış içinde yaşayabilirlerdi bugüne dek. İdeolojik, inançsal, dinsel, kuramsal “doğrular” var ve bunlar empoze ediliyor. Diğer yandan bilimsel ve rasyonel doğrular da var. Herkes doğrusunu bir diğerinin kafasında kırıyor, ya da doğrusunu bir kılıç gibi kullanıyor.
Bana gelince, dünkü doğrularım bile değişirken, kendi doğrularımı şu an nasıl başkalarına dayatabilirim? Zaten “doğruları” dayatanlar da değişmez; bunlar mutlak, statik bir doğruya inananlardır. Benim öyle asla değişmeyen bir doğrum yok.
“Sessiz Çığlıklar”
Sessiz çığlıklardan söz edenler olmuştur. Sessizliğin bir sese sahip olduğu bilinir hep denildiği gibi, ama o sesi herkes duyamaz.
Şöyle yazar Tezer Özlü, “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı kitabında “… İçimdeki her şeyi bağırdım, susmamla.”
İnsan, onu hiç kimse duymasa bile, bazen içindeki her şeyi bağırmak ister; her şeyi çığlıklarla, içindeki derin vadilerde yankılanan sessiz çığlıklarla dışarı atmak ister. Hiç kimse onu duymasa ve dünyanın en yalnız insanı olsa bile. Konuşmadan anlaşabildiğimiz insanlar ancak bizi anlar; onlar da sadece bir parça.
“Patika’ya giden sadece tek bir yol vardır; ‘Sessizliğin Sesi’ yalnızca bu yolun sonunda duyulabilir.” [ H. P. Blavatsky, Sessizliğin Sesi, sayfa 51.]
Konuşarak söylenmeye gerek olmayan bir kelime, susarak söylendiğinde daha derin anlamlara sahip oluyor, eğer o insanlar o kelimeyi susarak aynı anda algılayabiliyorlarsa.
İkili ilişkiler
Artık öyle bir hale geldi ki, -isterse en yakın dostun olsun-, birisi sana biraz ilgi gösterdiğinde ya da sana biraz zaman ayırdığında, sanki sana Akdağ’dan kar bağışlıyormuş gibi havalara giriyor. Oysa ikili ilişkiler karşılıklıdır; insanlar hem alırlar, hem verirler; hem öğrenirler, hem öğretirler; bu tek taraflı bir süreç değildir. Dolayısıyla, eğer bir taraf diğer tarafa sanki bir şey bahşediyormuş, lütfediyormuş gibi ilişkiyi sürdürmeye çalışıyorsa; o ilişkinin içi boştur ve hiçbir yere varamaz. İlişkiler bir dengeye dayanır; denge yoksa, bir taraf dominant ise ve iktidar uyguluyorsa diğer tarafa; o ilişkinin dostlukla, arkadaşlıkla ya da gerçek aşkla, sevgiyle bir alakası yoktur.
Artık öyle bir hale geldi ki, -isterse en yakın dostun olsun-, birisi sana biraz ilgi gösterdiğinde ya da sana biraz zaman ayırdığında, sanki sana Akdağ’dan kar bağışlıyormuş gibi havalara giriyor.
Sabahattin Ali ünlü yapıtında şöyle yazar: “Kimseye ihtiyacım yok… Kimseye minnettar olmak, kimsenin dostluğunu, lütfunu istemek niyetinde değilim…”İsterseniz…” [Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, Remzi Kitabevi, İstanbul, sayfa 85.]
Gerçek anlamda karşılıklı olarak özgürleştirici ve gelişkin bir ilişkide bir taraf diğerine minnettarlık duymaz ya da bir taraf diğerine ilgi gösterdiği için karşı taraf ona minnettarlık duymaz. Çünkü zaten bu dostluğun, arkadaşlığın, sevginin gereğidir. Ama bir taraf hep veriyorsa, diğer taraf hep alıyorsa, ister maddi ister manevi anlamda, orada eşit bir ilişki olmayacaktır artık.
Boş Beklentiler
“Neden benim gibi yapmayı öğrenmiyorsun?”
“Sen ne yapıyorsun ki?”
“Kimseden hiçbir şey beklemiyorum; böylece hayal kırıklığına da uğramış olmuyorum.” [José Mauro de Vasconcelos: Şeker Portakalı, Can Yayınları, İstanbul, Eylül 2022, Çev: Aydın Emeç, sayfa 47.]
Hayat bazı insanlar için sadece boş beklentilerden ibarettir. Çünkü bu tür insanlar kendilerini olduklarından farklı, daha üstün bir konuma koyarak beklentilerinin çıtasını yükseltirler. Böylece, genellikle beklentileri gerçekleşmez. Yani daha iyiyi beklerken daha kötüye bile erişemezler ve böylece aslında bomboş geçen bir hayat örneği görürüz; bu da hayatın içinde durumdur.
Oysa hayatın içinde daha iyi diye bir şey yoktur. Onların çevrelerinde aslında görmedikleri şey hep yanlarındadır, ama onlar sanki uzakta, sanki yükseklerde bir yerdeymiş gibi düşünür ve hayatlarının fırsatlarını böylece kaçırırlar. Oysa hiçbir şey uzakta değildi, her şey çok yakınlarındaydı ve belki de bunun için göremediler, göremiyorlar.
Erol Anar
Paraná, 5 Şubat 2025.
Görsel Pixabay’dan “jwvein”e aittir.