Fikirlerin Dönüşümü
• Cioran şöyle yazar: “Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür; Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur … İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.” (1)
• Fikirler ideolojiye, doktrine, sosyal kurama, inanca dönüştüğünde, o fikirleri organize olmuş fikirler bütünü olarak dayatmak gerekebilir diye düşünebilir o fikri taşıyanlar. Çünkü her fikir tehlikeli bir biçimde bir iktidar biçimine kolaylıkla dönüşebilir, hatta ölümcül de olabilir.
Daha doğrusu fikrin kendisi ölümcül değildir, ama o fikri taşıyan insan ölümcüldür ve bir diğeri üzerinde iktidar uygulamaktan tanrısal bir haz alır; bir başkasının kaderini elinde tutma düşüncesi onu tanrıların içkisi soma gibi sarhoş eder. Ve bu durum bir iktidar biçimi olarak, bir diğeri üzerinde egemen olan fikirler topluluğunu gündeme getirebilir. Bu da ideoloji , din, sosyo-politik kuram ya da buna benzer bir şey olabilir.
Her kim makro ve mikro iktidarları elinde tutuyorsa, kendi fikirlerini diğerlerine dayatabilir. Tarihe baktığımızda bunu çok görüyoruz. Hatta en küçük ikili ilişkilerde bile bunu gözlemleyebiliriz. Dolayısıyla fikirler aslında tehlikelidir. Ama dediğim gibi onları tehlikeli hale sokan, fikrin kendisi veya onun doğası değildir. İnsanın kendi hisleri, arzuladığı hırsları ve bir diğeri üzerinde kurmaya çalıştığı iktidar arzusudur.
Aynı ideolojiyi, dini, inancı, dünya görüşünü paylaşmadan, hiçbir çıkar ya da kaygı olmaksızın aynı yerde buluşabildiğin insanlar varsa işte o kadar zenginsin. Dile getirdiğin düşüncelere katılmasa ya da karşı çıksa bile sana insan olduğun için, bir kişilik olduğun için saygı duyan insanlar kadar zenginsin.
Retrospektif
Geçmişe dönüp hayatımıza, onun içinde yer alan olaylara ve insanlara şu an bulunduğumuz noktadan baktığımızda kendimizi ve gerçekliğimizi algılarken nasıl şaşkınlığa düştüğümüzü görebiliriz. Çoğu zaman olayların ve insanların niyetlerinin arkasındaki gerçeğe yabancı olan saf o anki kendimizi görünce dudaklarımıza hüzünlü bir gülümseme yerleşir.
İşte geçmişte bir mekânda kendimi görüyorum. Ve çevremde bazı insanlar var, onlarının niyet ve benimle ilgili düşüncelerinin farkına gerçekte şimdi varıyorum. Bir film karesi içinde gördüğüm kişi sanki ben değilim artık. Herkes için geçerli olmasa da insan zamanla biraz olgunlaşabiliyor ve leb demeden leblebiyi anlayabilecek düzeye gelebiliyor bazen. O zamanki kendime yabancılaşmışım ve daha çok kendime yaklaşmışım diye düşünüyorum yıllar sonra. İşte bu da hayatın paradokslarından biridir.
Sanki bir film izler veya bir roman okur gibi kendimize ve gerçekliğimize dalıp gideriz ve o zaman gerçeğin nasıl olup da farkına varmadığımıza şaşırırız. Tıpkı romanlarda ve filmlerde olduğu gibi. Ama hayat bir romandan, bir filmden çok daha abartılı, saçma ve daha inanılmazdır.
Anlamsızlık duygusu ve her şeye rağmen yaşamak
Dün bir dostum mesaj atmış diyor ki; “Konuşamadık, görüşemedik. İçimden hiç kimseyle görüşmek gelmiyor.”
Evet, bazen böyle olur: İnsan kendi kabuğuna çekilme ihtiyacı duyar kaçınılmaz olarak ve kendisini izole eder her şeyden ve herkesten. Bu gerekli bir süreçtir. Çoğu zaman her şey bir anda anlamsız gelir. Aslında her şey her zaman anlamsızdır, ama ona biz anlam yükleriz hayata. İşte bu noktada, yani hayata ve şeylere anlam yüklemeyi bıraktığımızda, çırılçıplak gerçekle karşılaşırız ve belki şöyle düşüncelere takılıp kalırız bir an: Neden bu harcanan enerji, neden? Sonu hiçliğe varacak bir yolu anlamlandırmaya çalışmak ne kadar boş bir çaba. İnsan kendi yolunda bu gerçekle çırılçıplak olarak karşılaştığında artık aynı insan değildir.
Bunun adına ister depresyon deyiniz moda deyimle ya da başka bir şey, sonuç fark etmiyor: hiçliğin ve boşluğun uçurumu… Tutunacak tek bir dal yoktur ya da belki sanki uçurumun kenarında bir dala tutunmuştur, dal kırılmaktadır ve o her an aşağıya düşebilir. İşte öyle bir ya da boşluk hisseder insan. Ama bu bir intihar da değildir. İnsan yine de pamuk ipliği ile de olsa çoğu zaman hayata bağlıdır, anlamsız yaşamayı bile kabul eder.
Bu gerçekle yalnızca güçlü olan insanlar baş edebilir. Çoğu insan bu gerçekten hakikatten kaçınmak için dine, inanca, ideolojiye ve başka şeylere sığınır; ya da para, kariyer, iktidar gibi…
Dostoyevski şöyle yazmıştı “Suç ve Ceza’da: “İdam mahkûmunun biri ölümünden bir saat önce, yüksek bir dağın tepesinde, ancak iki ayağının sığabileceği kadar daracık bir yerde yaşaması gerekse, çevresindeyse uçurumlar, okyanuslar, sonsuz karanlıklar, fırtınalar ve sonsuz bir yalnızlık olsa, yine de o bir avuç yerde ömrü boyunca, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamanın, o anda ölmeye yeğleneceğini söylemiş. Yeter ki yaşasın! Yalnızca yaşasın! Aman Tanrım, bu nasıl gerçek böyle! Bu nasıl gerçek! İnsan ne alçak yaratıkmış!” (2)
Neden bu kadar güçlüdür yaşama arzusu? Bence yaşam insanın sahip olduğu tek şeydir. O gidince her şey gider; işte onun için insan genellikle sahip olduğu yaşamı ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemiyor. En azından bu çoğu insan için böyle. Biraz da içgüdüsel denildiği gibi.
Birey olmak
Birey olmak, dışarıdan kendinize yapılacak müdahalelere izin vermemek ve kendinizi olduğunuz gibi kabul etmek ve ettirmektir. Bu, toplum içinde ve hatta sanal dünyada bile zor olabilir, çünkü sürekli olarak başkalarının gözetimi altındayız. Ancak birey olmak aynı zamanda mahallesiz olmak anlamına gelir ve bu da insanların size saygı duymasını sağlar. Kendinizi kabul ettirdiğinizde ve artık kendinizi kanıtlama ihtiyacı hissetmediğinizde, tek başınıza kalırsınız ve bu da insana güç verir.
İnsan, her şeyi ancak kendini de tanımaya başladığında tanır. Çünkü kendini tanımayan bir insan, hiçbir şeyi de tam olarak anlayamayacaktır. Her şeyin kilidi ve anahtarı, insanın kendi içindedir. Yeter ki insan, onu kullanmayı bilsin.
“Birey’in gelişmesini asla istemeyen karanlık siyaset, sürekli gözetim ve denetim altında tuttuğu ‘sürü’den ayrılmak isteyenlere inanılmaz kertede merhametsiz davranmıştır.” (3)
Ne devlet affeder bireyin sürüden ayrılmasını, ne de toplum. Bireyin sürünün içgüdüsel olarak yaptığı otomatik davranışları tekrarlamaması ve artık kendi aklıyla düşünmesini cezasız bırakmazlar. Bu bir çeşit sürü ritüelidir. Sürü üyeleri kendi rutin ve ritüellerine uymayanlardan genellikle hoşlanmazlar.
Birey olmak hep denildiği gibi sürüden, sürülerden uzaklaşmaktır. O kadar uzaklaşmalıyım ki sürülerden, artık oradan kimse beni bir nokta kadar bile görememeli.
Erol Anar
Paraná, 14 Kasım 2024. 14:40 (Brezilya saatiyle)
Dipnotlar
(1) Emil Michel Cioran; Çürümenin Kitabı, Metis Yayınları, Dördüncü Basım: Kasım 2013, Çev: Haldun Bayrı, İstanbul, sayfa 7.
(2) Dostoyevski: Suç ve Ceza, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev: Mazlum Beyhan, 1. baskı kasım 2006, İstanbul, sayfa 195.
(3) Sabahattin Ali: “İçimizdeki Şeytan” içinde, Selim İleri, YKY Yayınları, Altıncı Basım İstanbul, Mart 2003, sayfa 7.