Sovyetler Birliği’nde yaşayan 16 yaşındaki Lilya, Amerika’ya giden annesi tarafından terk edilir. Daha sonra teyzesi de onu evden çıkarır ve daha kötü, küçük bir daireye atar. Teyzesi, Lilya’nın evine kendisi oturur. Teyze ve anne karakterleri kötücül ve bencildirler filmdeki. Annesi onu terk etmiştir. Annesinin fotoğrafını yırtar Lilya. Daha sonra tek başına kalan Lilya bazı barlarda para karşılığı erkeklerle seks yapar. Kendi çevresinden, dışlanır. Arkadaşları onu izole ederler. Sokaklarda yaşayan Volodya ile tanışır ve bir tek o yanında olur. Bir gün genç bir çocukla tanışır. Bu genç İsveç’te yaşadığını ve onu da götürebileceğini söyler. Böylece olaylar gelişir.
Danimarka ve İsveç yapımı olan filmde, sahte umutların nasıl hayatın katı gerçekliğinde dağıldığı anlatıyor. Hikâye klişe gelebilir, ama yine de gerçekçi olma özelliğinden bir şey yitirmiyor.
Kendi sıkıcı bulduğu yaşamından kurtulup hayaller kurarak Avrupa’da yaşama isteği, kızın olayların akışına kapılmasına neden olur. Aslında Lilya’yı gerçekten karşılıksız olarak seven ve iyiliğini isteyen tek kişidir Volodya.
Bu öykü, vaatlerle İsveç’e götürülerek seks kölesi olarak çalıştırılan ve sonunda intihara kadar sürüklenen Litvanyalı Danguole Rasalaite’nin gerçek hayat hikâyesine dayanıyor.
Film çeşitli festivallerde toplam 12 ödül kazanmış.
Hayatın gerçeklerine dayalı ama, yer yer sürreal olabilen bir yapım. Dikkatimi çeken annesinin fotoğrafını yırtan Lilya’nın, daha sonra onu yakmasıydı. Artık tamamen umudu kesmesiydi ondan. Çünkü annesi Sosyal Yardım Kurumu’na mektup yazarak onun velisi olmaktan vazgeçtiğini bildirmişti. Böylece tek başına kalır koca dünyada.
Daha sonraki bir sahnede ise Lilya hep dua ettiği ve yanında götürdüğü dinsel resmi atar. Böylece dualarının da hiçbir işe yaramadığının farkına varmıştır.
Hayat acımasızdır. Ve Lilya tek başınadır bu kurtlar sofrasında. Volodya dışında kimse umursamaz onu gerçekte. New Yorker’da okuduğum bir yorumda Lilya, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanında para karşılığı erkeklerle birlikte olan Sonya karakterine benzetilmiş. Belki biraz çağdaş Sonya bence. Çünkü içinde bir umut vardı son ana kadar ve hiç kimseye bir kötülük yapmamıştı şu dünyada, her ne kadar haksızlığa uğrasa da. Sonya gibi bir Raskolnikov’u da yoktu üstelik. Sonya’dan bir farkı daha vardı, o Sonya gibi kendisini ailesi için feda etmedi. Kendisine ait güzel bir gelecek kurmak istedi yalnızca. Hoşlandığı genç ise, onu sattı.
The Guardian’da ise şöyle bir yorum okudum:
“İnsanın savunmasızlığının ve sosyal gerçekçiliğin dokunaklı bir hikâyesi.”
Gerçekten de bunca polisin, resmi görevlinin, kurumun, devletlerin olduğu bir yerde insanlar satılıyor ve bu her gün yapılıyor. Bütün bu kurumlar hiçbir işe yaramıyor. Her şey göz önünde yapılıyor, büyük paralar dönüyor sermayesi insan olan. Hepsi kendi paylarına düşen rantı alıyorlar.
Hüzünlü ve katı gerçeklere dayanan, hatta gerçek bir hayat hikâyesini anlatan bir film. Her gün yolda, sağda solda gördüğümüz birçok insanın öyküsü aslında.
Filmin müziği de filme iyi uyum sağlamış, Nathan Larson tarafından yapılmış.
Bu filmdeki bazı sahneler izleyiciye tahammülü zor gelebilir. Ama bu ne yazık ki bu ağa düşen insanların her gün yaşadığı bir trajedi.
Filmin yönetmeni Lukas Moodysson, İskandinav sinemasının yeni temsilcilerinden biri, olarak görülüyor. Ve İskandinavya toplumuna sert ve şiddetli eleştirel bir yaklaşım tarzına sahip olduğu dile getiriliyor.
Erol Anar