Bu muazzam büyüklük karşısında bir hiç olduğumu anlarken, aynı zamanda var olmaktan, yaşamaktan da aldığım zevk ve küçük mutluluklar da giderek artıyor.
Uzay bizden sadece 100 kilometre uzakta. Uzayla ilgili bir belgesel izlediğimde ya da bir kitap okuduğumda -ki sık sık yaparım bunu- dünyayı unuturum. Dünya anlamsız gelir, -bu devasa büyüklükte bir toz tanesi bile değildir denildiği gibi. Böyle zamanlarda büyüdüğümü, genişlediğimi ve evrenle bütünleştiğimi hissederim. Bizler dünyanın değil, evrenin çocuklarıyız. Ama bundan haberimiz yok. Kendi küçücük dünyamıza sıkışmışız ve orayı bin yıllarca evrenin merkezi sanmışız.
Hani derler ya, “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok.”, insan kendisini ne sanarsa sansın, isterse egosu Everest’i geçsin, o evrende bir hiç olmaktan öteye gidemiyor.
Bilinç olarak yüz kilometre yukarıya çıkıp uzaya vardığınızda, dünyanın o küçücük sorunları hemen anlamını yitiriyor ve devasa bir sonsuzluk hissi egemen oluyor insanın içinde. Dünyada bunaldığınız anda, uzaya kaçmanızı tavsiye ederim. İnsanın hem bilinci, hem de varsa bir ruhu dinleniyor. Ve insan daha geniş bir düşünce biçimine ulaşıyor. Evrenin bilinçli bir parçası oluyor o.
Dünyadan biraz çıkıp da uzaya şöyle bir baktığımızda – görülebilen evren- insanın egosu o kadar küçük kalıyor ki, bir atomun en küçük parçasından bile trilyonlarca kez küçük. En gelişmiş mikroskopla bile görülemiyor insan egosu böyle durumlarda.
“İnsan kendisi söz konusu olduğunda kördür…”[1] diyor Foucault.
İnsan kendisini evrenin bir parçası olarak değil, evreni kendisinin bir parçası olarak algılamıştır bugüne dek bence. İşte onun en büyük yanılgılarından birisi de budur. Bu nedenle, kendisini evrenin bir parçası olarak değerlendirmemiş, bu noktada körleşmiştir. Bu da onun yabancılaşmasına neden olan etkenlerdendir.
“Dünyayı kurtarmanın yolu, doğayla yeniden bağ kurmaktır.” diyor Dr. Jane Goodall ise.
İnsanı kurtarmanın yolu ise evrenle bağ kurmaktır, onun bir parçası olduğunu algılamaktır bence. İşte böylece insan bir canlılık bilincine erişecek, boş egodan kurtulacak ve onun dünyası genişleyecektir.
Philo’nun deyimiyle, “Kendini insan olmaktan evrenin doğası hâline dönüştürmeli ve tabiri caizse küçük bir evren olmalıdır.” [2i]
Bir bilim insanın dediği gibi, “Sol elimizin atomları ile sağ elimizin atomları farklı yıldızlardan gelmiş olabilir.”
Ben dünyanın değil evrenin çocuğuyum bu yüzden, dünyada doğdum ama buraya ait değilim. Uzak yıldızlardan gelip burada tesadüfen bir araya gelmiş atomların bütünüyüm. Evrenin bir parçasıyım.
Nasıl bizi oluşturan yıldız tozları, çok uzaklardan geldiyse, biz de yakınların değil, uzakların çocuğuyuz.
İşte küçük bir evren olmanın yolu, onun sadece çok küçük mikrokobik bir parçası olduğunu anlamanın ve onunla bütünleşmenin yollarını aramaktan geçer.
Aziz Thomas Aquinas’ın aşağıdaki sözüne katılıyorum:
“Sonuç olarak, evrenin nihaî hedefi aklın sağlığı olmalıdır; bu hakikattır. Bu nedenle hakikat bütün evrenin nihaî hedefi, bunun mülahazası da aklın temel uğraşı olmalıdır.”[3]
Hakikatimiz, ya da aradığımız hakikat her ne ise, burada dünyada değil, oralarda bir yerde evrenin muazzam büyüklüğü ve genişliğinde gizlidir. Büyük patlamaya kadar uzanan eski bir hakkikattir bu. Eğer hakikat evrenin nihai hedefiyse, o zaman insan da hakikatin bir parçası olmalıdır. Yoksa yaşadığı her şey, bir gözbağcılığından, kendini kandırma, yalandan ibaret olmak durumundadır.
Bazı bilim insanları evrenin sonsuz olduğuna inanıyor, bazıları ise evrenin sonu olduğunu düşünüyor. Bunlardan hangisinin doğru olduğunu henüz bilmiyoruz. Ama evren sonlu bile olsa çok muazzam büyüklükte. Evrenin bir sonu olsa bile, çoklu evrenler teorisine göre başka evrenler olabilir. Eğer evrenimizden başka evrenler de varsa, o takdirde insanın ne ifade edebileceğini
düşünün. Üstelik evrenimizde ya da varsa diğer evrenlerde bizden daha zeki canlıların olması yüksek bir ihtimal. İşte insan egosunun zavallığına gelip dayanıyoruz bu noktada yeniden.
Değil insan, dünya yok olsa bile hissetmeyecek bir galaksi, galaksi yok olsa bile hissetmeyecek bir evrende, hatta belki evren yok olsa bile hissetmeyecek diğer evrenler var. Öyleyse insan ve kocaman egosu ne işe yarıyor? Sadece kendini kandırmaya, hepsi o kadar işte.
Derin uzayda sürekli bir hareket, oluş ve yok oluş var. Bir belgeselde, bir kitapta uzay yolculuğuna çıktığımda içimdeki evrenin, beynimdeki düşüncelerin de genişlediğini hissediyorum. Bu muazzam büyüklük karşısında bir hiç olduğumu anlarken, aynı zamanda var olmaktan, yaşamaktan da aldığım zevk ve küçük mutluluklar da giderek artıyor. Çünkü ne kadar küçük olsam da, evrenle bütünleştiğimde, onun bir parçası olduğumuz hissettiğimde, uzak yıldızların çocuğu olduğumu düşündüğümde var olduğumu daha derinden hissediyorum. İşte bu varoluş hissi beni sonsuzluğa, sınırsızlığa yöneltiyor. Düşüncelerimi de, içimdeki evreni de…
Erol Anar
[1] Michel Foucault: Doğruyu Söylemek, Ayrıntı Yayınları, sayfa 118. https://www.kitapyurdu.com/kitap/dogruyu-soylemek/69025.html&filter_name=dogruyu%20soylemek
[2] Aktaran: Aldoux Huxley: Kalıcı Felsefe, Insan Yayınları, sayfa 100. https://www.kitapyurdu.com/kitap/kalici-felsefe/5237.html&filter_name=kalici%20felsefe
[3] Aktaran: Aldoux Huxley: Kalıcı Felsefe, Insan Yayınları, sayfa 389.