Gerçeği fark edebilmek kolay bir süreç değildir. Bazen yalnızca bilgi de yetmez gerçeği algılamaya. Bilgi ile beraber bir sezgi olmalıdır ona eşlik eden. Bilim insanları birçok şeyi önce sezgileriyle hissetmiş, sonra da icat etmiş, keşfetmişlerdir. Bazen gerçeği sezeriz, hissederiz. Bilgi ile onu kanıtlamak sonraki süreçtir.
Jung’un kendi ağzından yaşamını yorumladığı kitabı olan “Anılar, Düşler, Düşünceler”i okuyorum da, orada yaşamla ilgili önemli düşüncelere de tanıklık ediyorum. Jung, daha küçük bir çocukken her şeyi, özellikle de dini sorgulamaya başlamış. Babası bir rahip. Ama Jung, sorguluyor. Aslında dine inanıyor, ama kendi anlayışı ve sorgulayışıyla birlikte.
“İnsan yaşamı belirgin olmayan bir deneyim. Yalnızca sayısal açıdan ele alındığında bile olağanüstü bir oluşum. Öylesine uçup gidici ve öylesine yetersiz ki herhangi bir şeyin var olabilmesi ve de gelişebilmesi gerçekten bir mucize.”[1] diyor bir yerde Jung.
Ben de Jung’a benzer şeyler düşünürüm hep. Onun “belirgin olmayan bir deneyim” sözcüğünden daha farklı. Yaşamın ne kadar kırılgan olduğunu düşünürüm. Her an, her yerde, şu ya da bu nedenle ölebiliriz. Hastalıktan, aniden düşerek, trafik kazası, başka kazalar, felâketler vs… Bu kadar kırılgan olan yaşamın neden bu kadar uzun -yoksa kısa mı?- olduğuna şaşmışımdır hep. Aslında hayat her ikisidir, bazı anlarda onun ne kadar uzun olduğunu düşünürüz, diğer anlarda ise ne kadar kısa olduğundan yakınırız. Hem uzun, hem kısadır yaşam aslında bu nedenle.
***
“Yaşam bana hep kök gövdeden beslenen bir bitkiyi anımsatır. Yaşamın kök gövdesinde saklandığı ve görünmez olduğu doğrudur. Toprağın üzerinde görünense yalnızca tek bir yaz dayanır; sonra da solar gider. Kısa ömürlü bir görüntü bu.”[2] diyor yine Jung.
Yaşam eğer bir bitki ise kök gövdeden gelen onun dediği gibi, o zaman bitkinin görünüşü ve yapısı biraz da bizim o bitkiye gösterdiğimiz özene bağlı olacaktır. O bitkiye yetersiz su verirsek, bitki çürüyecektir. Eğer gereğinden çok su verirsek yine çürüyecektir. Tam ihtiyacı kadar olan su vermeliyiz. İşte bu yaşamın dengesidir, bir şeyi yapılması gerektiği anda, yerde, zamanda yapmak…
Kendimizi, kendi bitkimizi sulamalı, ona özen göstermeli ve sağlıklı olmalıyız aynı zamanda yapabildiğimiz ölçüde. Ama insanlar vardır ki, -çoğunluğu böyledir aslında- bitkileri çürümüştür, sarkmıştır dalları bir bir aşağıya. Ama bunu görmezlikten gelip, sağlıklı bir bitkiymiş gibi yaşayıp giderler son ana değin. Aslında nefes almaktan ve zaman doldurmaktan başka bir işlevi yoktur bunlar için yaşamın. Olsa da olur olmasa da. Her iki durumda da çok şey değişmez.
Yine bir yerde, “Biz denetleyemediğimiz ya da yalnızca bir bölümünü yönlendirebildiğimiz ruhsal bir süreciz. Bunun sonucunda da kendimizle ya da yaşamımızla ilgili kesin bir karara varamıyoruz.”[3] diyor Jung.
Aslında çoğu insanın böyle bir sorunu da olduğunu sanmıyorum. Bu insanlar yaşamlarının ne olduğunun, hatta çoğu zaman yaşadıklarının bile farkına varmıyorlar. Yaşamları dünü aynen taklit etmekle geçiyor ve tatminsizliklerle. Hep daha fazlasını istiyorlar sahip olduklarının. Durum böyle olunca yaşamlarını sorgulamıyorlar, dolayısıyla yaşmalarıyla ilgili kesin bir karara varmak ya da varmamak sorunları da yok. Kendilerine göre onlar her şeyi iyi biliyorlar, yaşamın sırrını çözmüşler ve bir makine gibi sorgulamadan yaşamaya devam ediyorlar bu yüzden. Yaşamlarının kendileri tarafından yönlendirilmediğinin de hiç farkında değiller.
***
“Ne zaman taş olduğumu düşünsem çelişki kayboluyordu. ‘Taş, çelişkiler içinde değil, iletişim kurmak için çaba göstermiyor ve yüzyıllardır böyle ve sonsuza dek de böyle kalacak.”[4]
Aslında şöyle bir düşününce, Jung’un bu düşüncesinden bir adım daha ileriye gidip insanın ve onun ilişkilerinin yabancılaşmasından ve meta fetişizminden söz edebiliriz. Çoğu insan aslında bir taşa dönüşmüştür. Bir taş gibi anlamadan, sorgulamadan, çelişkilerini görmeden ve iletişim kurmaya çaba göstermeden kendi kabuğunda yaşamakta, tüketmektedir postmodern dünyada. Bu insan prototipini taştan ayırt eden tek özellik, belki de canlı oluşu, tüketmesi ve nefes alıyor oluşudur. Ama o bir yaşayan ölüdür aslında, bakmayın nefes aldığına. Bir taştan bile daha ölüdür o gerçekte. Çünkü yapabilirliklerinin farkına hiç varmamış, itaat etmiş, edilgen bir yaşam sürmüş ve varlığıyla yokluğu hiç belli olamaıs bir şekilde olup gitmiştir, ya da gidecektir. Asla itiraz etmemiştir güçlüye o. Gerçeklikten kopuktur böylesi kişilik.
Gerçeği görebilme yetisi yalnızca bazı insanlara özgürdür. Onlar, az sayıda insan yaşamlarını gerçeği görmeye adamışlardır, bu gerçek her ne kadar sevimsiz olsa da. Ve onu topluma da göstermeye çalışmışlardır. Ama bu son derece zor bir süreçtir. Çünkü toplumun çoğunluğu siyasal ve farklı iktidar biçimlerinin manipülasyonlarıyla çarpıtılmış gerçekliği görürler. Gerçeklikten kopuk yaşarlar bir ömür boyu. Asıl ilginç ve trajik olan ise bir ömür bu durumun farkına varmadan göçüp giderler bu dünyadan.
Jung bu noktada şöyle der:
“Bu ‘gerçeği görebilme’ yeteneği içgüdüsel ya da başkalarıyla participation mystique denen birleşmenin sonucudur. Bireysel olmayan bir algılamayla gören “gözlerin arkasındaki gözler”dir bunlar sanki.” [5]
Gerçeği fark edebilmek kolay bir süreç değildir. Bazen yalnızca bilgi de yetmez gerçeği algılamaya. Bilgi ile beraber bir sezgi olmalıdır ona eşlik eden. Bilim insanları birçok şeyi önce sezgileriyle hissetmiş, sonra da icat etmiş, keşfetmişlerdir. Bazen gerçeği sezeriz, hissederiz. Bilgi ile onu kanıtlamak sonraki süreçtir.
Belki işte Jung’un “gözlerin arkasındaki gözler” dediği de budur. İkili ilişkilerimizde bazen gerçeği algılarız, gerçek ortada değildir tam olarak, yalnızca bir bölümü ortadadır ya da. Onu algılar, kanıtlayamasak da, onun gerçek olduğuna emin oluruz. İşte bu ‘gözlerin arkasındaki gözlerin’ görmesidir.
Erol Anar
[1] Carl Gustav Jung: ‘Anılar, Düşler, Düşünceler’, 6. Basım: Temmuz 2013, İstanbul, e-kitap, sayfa 14.
[2] Age, sayfa 40.
[3] Age, sayfa 14.
[4] Age, sayfa 46.
[5] Age, sayfa 55.