Çocukluğumuzun en büyük düşü, bir gün Amerika kıtasını boydan boya birer serüvenci gibi geçmemizdi. Hiçbir zaman unutmadığımız ve bir gün gerçekleşeceğine tüm kalbimizle inandığımız bir düştü bu. Neden Amerika sorusunun yanıtı da, bize bu iflah olmaz serüvenci ruhu aşılayan yazarlarda gizliydi.
Bizim kıtamız nedense yukarıdan aşağıya Amerika idi.
Kuzey Amerika’da John Steinbeck ile serserilik yapıyor, Jack London ile altın arıyorduk.
Fransız Guyanası’ndan tıpkı Henri Charrière gibi kaçmaya çalışıyor, sonra Kolombiya’da Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ını yaşıyor, oradan Ekvator çizgisine gidiyor ve tam sıfır noktasında Carrion fe Fiorrove’den şiirler okuyorduk.
Oradan Mario Vargas Llosa’nın “Kent ve Köpekler”i ile Peru’ya iniyorduk.
Sonra o büyülü Amazon kıyılarında Vasconcelos ile dolaşıyor, sonra Bahia’ya inerek Jorge Amado’nun Brezilyası’nı yaşıyorduk. Sonra aşağılara iniyor ve “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”na bakıyor, Eduardo Galeano’nun Uruguayı’nda soluklanıyorduk. Oradan Arjantin’e iniyor ve Julio Cortázar’ın yapıtlarıyla nefes alıyorduk.
Sonra Şili vardı. Orada Başkanlık Sarayı’nın önündeki Salvador Allende heykelinin tam altında ona bakarak Neruda’dan şiirler okuyor ve Isabel Allende’nin “Ruhlar Evi”nde dinleniyorduk.
Yollarda
Doğduğumuz ve büyüdüğümüz kasaba olan Karadeniz kıyılarına yakın Havza’dan “Tersakan” adlı bir ırmak geçer. Bu ırmaktan öğrenmiştik uzaklara gitmeyi, tıpkı sonradan Buda olacak olan Sidarta gibi. Ve yıllar sonra yaşımız kırkı geçmişken, bu düşümüzü gerçekleştirmeye karar verdik Londra’da yaşayan çocukluk arkadaşım Canpolat An ile. Şimdiye dek en azından bu düşümüzün yarısını gerçekleştirdik.
Ȍnce Arjantin’e gidiyoruz. Arjantin’de gece hemen o ünlü Mayıs Annelerinin perşembe günleri beyaz başörtüleriyle yürüyüş yaptıkları Plaza del Mayo’ya gidiyoruz. Perşembe günü olmadığından Mayıs Anneleri ortalıkta görünmüyorlar, ama meydanda onların kurduğu bir çadırda gençler nöbet tutuyorlar.
Meydanın diğer yanında ise grevdeki işçilerle ilgili yazı ve resimlerin asılı olduğu panolar var. Burası her çesit gösterinin yapıldığı bir demokrasi meydanı. Meydan “Casa Rosada”nın, yani pembe Başkanlık Sarayı’nın tam karşısında.
Buenos Aires’i burada anlatmayacağım.
Űç, dört gün sonra Cordobaya’ya gidiyoruz.
‘Ova geçtim yel geçtim’
Bir gece vakti Buenos Aires’ten Cordoba otobüsüne biniyoruz. Hızla karanlık yollardan giderken, başımızı yukarıya çevirerek dolunayı görüyoruz. Birden García Lorca’nın o ünlü şiirinin sözleri aklımıza geliyor:
“Ay kocaman at kara
Torbamda zeytin kara
Bilirim de yolları
Varamam Cordoba’ya”
Federico García Lorca, bir süre de Arjantin’de yaşamış.
Cordoba’ya yağmurlu bir sabah, yaklaşık on saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra ulaşıyoruz. Terminalde indikten sonra sorarak kalacağımız hostelin bulunduğu caddeye yürüyoruz. Sırılsıklam bir şekilde hostele ulaşıyoruz. Ama aksilik bu ya, kapıyı açan genç, bilgisayarda kontrol ettikten sonra reservasyonumuzun iptal edildiğini ve iki kişilik boş oda kalmadığını söylüyor. İstersek sekiz kişilik bir odada kalabileceğimizi söylüyor ve odayı gösteriyor. İçerisi kalabalık herkes uyuyor, ayrıca kokuyor da. Ve fiyatı da hemen hemen bir hotel fiyatına eşit. Yakınlarda daha eli yüzü düzgün bir otelde iki yataklı banyolu bir odayı aynı ücrete buluyoruz.
Mayıs Anneleriyle buluşma
St. Martin meydanına öğleden sonra gittiğimizde, burada gösteri yapan altı kişilik bir yaşlı grubuna rastlıyoruz. Bunlar askeri diktatörlük döneminde çocukları gözaltında kaybedilen, öldürülen Mayıs Anneleri grubunun üyeleri. Başlarında beyaz başörtüleri ve ellerinde çocuklarının fotoğraflarıyla, her perşembe günü meydanın ortasında dönüyorlar. Daha sonra yanlarına giderek tanıştık. Bize ilgi gösteriyorlar.
Bir anne, elindeki çocuğunun fotoğrafını göstererek çocuğunun o meydanda cunta döneminde, askerler tarafından nasıl öldürüldüğünü anlatiyor, sanki o anı yeniden yaşar gibi. Daha sonra bizi o yakınlardaki derneklerine davet ettiler.
Dernek kalabalıktı. Başka anneler ve gönüllü olarak dernek çalışmalarına katkıda bulunan gençler vardı. Bir genç gönüllü, bizi Cordobalı kayıpların fotoğraflarının bulundugu odaya götürdü. Burada yerden tavana kadar yüzlerce siyah beyaz fotoğraf asılı duvarlarda. Her biri yitik bir yaşamın silik izini temsil ediyor.
Dernekte bize bilgi veren gönüllüye, Başkan Cristina Kirchner’i nasıl değerlendirdiklerini soruyoruz. Yıllar önce Kirchner’in, Brezilya televizyonunda naklen verilen yemin töreninde, o an salonda bulunan Mayıs Annelerini, gözleri yaşararak selamladığını izlemiştim. Gönüllü genç bize, “Bazı şeyler yapmaya çalıştı, ama genel olarak beklentimiz daha büyüktü kendisinden.” diyor. O an dernekte bulunan, diğer Mayıs Anneleriyle de bir süre daha sohbet ettikten sonra veda edip çıkıyoruz. Bazı anneler, bize sanki evlatlarıymışız gibi sıkıca sarılıyorlar.
Daha sonra Ankara’nın Sakarya Caddesi’ni andıran meydana bakan bir birahaneye oturararak birer fıçı bira söylüyoruz. Meydandan bir o yana bir bu yana akıp giden kalabalığa bakıyoruz. Ve diktatörlük yıllarında o meydanda neler yaşandığını hayal etmeye çalışarak, sessizce biralarımızı yudumluyoruz.
Yağmur ve güneş arasında
Ertesi gün nehri bulmak için kent merkezinden yukarıya doğru yürümeye başladık. Can’ın hayalinde bir nehir kıyısı var; tıpkı çocukluğumuzda kenarında oynadığımız yeşillikler arasından akıp uzaklara giden Tersakan gibi. Hangi kente gitsek, o hemen sanki büyülenmiş gibi ilk iş olarak nehir kıyılarına gitmeyi istiyor. Ama kendisi de biliyor ki, Amsterdam ya da Paris gibi nehre bakan kafeteryaları belki hiç bulamayacak buralarda.
Yaklaşık iki saat kadar yürüdükten sonra nehre, daha doğrusu ırmağa ulaşıyoruz. Bir köprü ile kentin diğer kısmına, gecekondulara benzeyen evlerin oldugu bölüme geçiliyor. Irmak kenarında, ne kafeterya ne de restoran var. Can, bir kez daha hayal kırıklıgğna uğruyor. Ona şöyle diyorum gülümseyerek, “senin hayalindeki o yer belki de gerçekte yok.”
Cordoba’da caddelerin isimleri Buenos Aires’teki cadde isimleri ile hemen hemen aynı. Hatta neredeyse caddeler aynı sırayla birbirini izliyor. Deyim yerindeyse küçük Buenos Aires burası.
Geceleri sokaklar karanlık, ülke genelinde elektrik tasarrufu yapıldığından her beş sokak lambasından birisi yanmıyor. Bu yüzden sokaklar yarı karanlık.
Bu kentte yağmur ve güneş arasında gidip geliyorsunuz. Bir anda bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyor, yarım saat sonra ise sırtınızı yakan bir güneş birdenbire gökyüzünde beliriyor ve yağmurdan eser kalmıyor.
Bu kentin görülmeye değer yerlerini yürüyerek bitiriyoruz. Zaten görülmeye değer çok şey de yok. Günde yaklaşık sekiz saat kadar kentin içinde yürüyoruz. Çok sayıda tarihi kilise dikkatimizi çekiyor.
Yerlilerin okları ile kolonyalistlerin top ve tüfekleri
Birkaç müzeyi de geziyoruz bu arada. Bunların içinde bir müze ilginç geliyor bize. Kolonyalistler ile ilgili tarihsel doküman ve eşyalar, fotoğraflar var bu müzede. Tabi soyları tüketilmiş yerli halkla ilgili küçük bir bölümde var. Bu bölümde, yerlilerin silahları sergileniyor. Bir yanda kolonyalistlerin topları tüfekleri var. Bir yanda ise yerlilerin okları ve başka basit silahları bulunuyor. Bu silahlar arasında uzun bir ipe bağlanmış üç yuvarlak taş dikkatimizi çekiyor. Bu taşı, düşmanlarının ayaklarına fırlatarak onları yere deviriyorlarmış. Bu eşitsiz silahlar ile yapılan savaşlarda tabi ki kolonyalistler galip gelmişler. Müzede kolonyalistlerin sosyal yaşamları ile ilgili çeşitli eşyalar da var: şapkalar, o dönemde popüler olan elbiseler vb gibi…
Can, müzeyi dolaşırken sürekli kolonyalistlere olan kızgınlığını ifade ediyor. Sanki bu ülkelerin tarihleri kolonyalistler ile başlamış gibi, yerlilerin müzelerde de neredeyse yok sayılmasına söylenip duruyor.
El Museo Municipal de Bellas Artes müzesine de gidiyoruz. Kent merkezindeki bu güzel sanatlar müzesi 150 yıllık bir geçmişe sahip. Girişin ücretsiz olduğu müzede, hem klasik hem de modern tarzda resimler bulunuyor.
İtalyan göçmenlerin yerleştiği Plaza Italia mahallesi tipik bir İtalyan kasabasını andırıyor. Bu mahallenin meydanındaki küçük parka, Roma kentinin kurucuları Romus ve Romulus rölyefi anıt biçiminde dikilmiş.
Bu kente, Buenos Aires’e olduğu kadar turist gelmiyor. Bu yüzden döviz bozdurmak bile problem olabiliyor. Bankaların açılmasını beklemek zorunda kalıyorsunuz. Ancak fiyatlar, bu nedenle başkentten yarı yarıya daha ucuz. 3-4 dolara iki kişi yemek yiyebiliyor.
St. Martin meydanındaki Katedral, kolonyal dönemin görkemli mimarisini taşıyor. Duvardaki resim, fresk, vitrayların sanatsal değeri var. Buraya yakın bir yerde ise, daha eski Santa Teresa kilisesi de görülmeye değer. Kısacası kentin her yanı kiliselerle çevrilmiş.
Che Guevara’nın evinde
Che Guevara’nın çocukluğunun geçtiği Alta Gracia kentine otobüsle Cordoba’dan 36 km ve 30-40 dakikalık bir yolculuktan sonra ulaşılıyor. Otobüs hızla Che’nin evinin olduğu Alta Gracia’ya doğru yol alıyor.
Küçük ve şirin bir kasaba burası. Denizin 533 metre yukarısında kalıyor ve yaklaşık 45 bin kisilik bir nüfusa sahip. Kasabada, Che turizmi dışında pek görülmeye değer bir yer yok gibi. İlk izlenimimiz bu, daha sonra bu izlenimimizde yanılmadığımızı anlıyoruz.
İlk işimiz küçük bir pastane bularak, taze çörek yiyerek kahve içmek oluyor. Daha sonra sora sora Che’nin evine nasıl ulaşacağımızı öğreniyoruz. Oraya gitmenin en akıllıca yolu bir taksi tutmak. Bir taksiyle müzeye geliyoruz. Burası kasabanın biraz yukarısında kalan güzel bir mahalle; küçük burjuva kökenli ailelerin oturduğu bir mahalle olduğunu öğreniyoruz.
Che’nin büyüdüğü eve girince değişik duygular hissediyoruz. Ev, müzeye dönüştürülerek 2001 yılında kapılarını ziyaretçilere açmış. Burada, Che’nin çocukken okuduğu kitaplardan yazdığı mektuplara, çizimlere, ve giydiği elbiselere kadar birçok özel eşyası sergileniyor. Onun kullandığı bazı eşyalara dokunuyoruz, binlerce defa adımladığı odalarda yürüyoruz. Ev çok büyük olmasa da çok güzel ve rahat görünüm sergiliyor. Arka bahçe de oldukça büyük. İngiliz stilinde bir ev burası.
Daha önce buradaki motosikletin, “Bir Motosiklet Günlüğü” adlı filmde kullanılan motosiklet olduğunu duymuştuk. Bunu müze müdüresine sorduğumuzda, bunun filmdeki motosiklet olmadığını, ama 1933 model Che’nin kullandığı ile hemen hemen aynı özelliklere sahip olduğunu söylüyor.
Müzenin müdüresi kadın ile tanışıp, ona gezimiz hakkında bilgi veriyoruz. Bizimle oldukça ilgileniyor. Daha önce burayı Fidel Castro, Venezuela eski Devlet Başkanı Hugo Chavez ile ziyaret etmiş. Müdüre hanım, bize onlarla çekilmiş fotoğraflarını gösteriyor.
Müzede dünyanın dört bir yanından gelmiş turistleri görüyoruz. Che’nin hayatını anlatan çeşitli dillerde hazırlanmış broşürler de var.
Daha önce buradaki motosikletin, “Bir Motosiklet Günlüğü” adlı filmde kullanılan motosiklet olduğunu duymuştuk. Bunu müze müdüresine sorduğumuzda, bunun filmdeki motosiklet olmadığını, ama 1933 model Che’nin kullandigi ile hemen hemen ayni özelliklere sahip olduğunu söylüyor.
Müzeyi gezdikten sonra tekrar kasaba merkezine iniyoruz. Ȍğle yemeği yedikten sonra, başka görülecek yerler varsa, Cordoba’ya dönmeden oraları da ziyaret etmek istiyoruz. Can, kasaba haritasını inceliyor ve Tac Mahal adlı bir yer olduğunu keşfediyoruz. Hemen zihnimizde, Hindistan’daki ünlü Tac Mahal’ının küçük bir kopyasının burada olduğu canlanıyor.
Yürüyerek bir parka ulaşıyoruz, parkın ortasında bir gölcük var. Su yemyeşil, yosunlarla kaplı, kurbağalar gölcükte cirit atıyor; içindeki yeşil bitki ve yosunlar suyun üzerine kadar tırmanarak neredeyse dibi görünmez hale getirmişler. Bir yandan yürüyor bir yandan da gözlerimizle Tac Mahal benzeri bir yapı arıyoruz. Ama hiçbir bina göremiyoruz parkın içinde. Sonra oradan geçen bir adama, Tac mahal’ın nerede olduğunu sorduğumuzda, “işte burası Tac Mahal.” diye yanıtlıyor. O an anlıyoruz ki, bu yalnızca parkın adı, ona benzer bir bina yok. Hayal kırıklığına uğrayarak tekrar kasaba merkezine geri dönüyoruz.
Tekrar otobüse biniyoruz ve Cordoba yolundayız.
Hava yavaş yavaş kararıyor. Uzaklarda yer yer mor ve lacivert gökyüzünde iyice grileşmiş bulutlar seçiliyor tek tük.
Yine dilimizde Lorca’nın dizeleri; onun Cordobası belki bizim gittiğimiz kent olmasa da, en azından biz öyle hissediyoruz.
“Yola baktım yol uzun
Canım atım yaman atım
Etme eyleme ölüm
Varmadan Cordoba’ya”
Erol Anar
2008. Arjantin.