Benlik Kavramı, Birey ve Toplum Üzerine

Benlik Kavramı, Birey ve Toplum Üzerine

Benlik kavramı her zaman insanların ilgisini çekmiştir tarihsel olarak. Felsefeden psikolojiye, sosyolojiye benlik kavramı açıklanmaya çalışılmıştır. “Ben” ile “biz” arasındaki ilişkiye bakarsak tarihsel olarak “biz”in “ben”i yuttuğunu ve onu kendi içinde erittiğini bile görebiliriz.

İnsan sosyal bir varlıktır, tarih boyunca böyle olmuştur. Peki “ben” dediğimde neyi ifade ediyorum? “Ben”i  ‘sen’den ve ‘ondan’, şeylerden ayıran bir şey mi? Ben dediğimde, diğerlerinden farklı ve onlara benzese bile, yalnızca kendine özgü özellikler taşıyan bir fenomen aklıma geliyor.
Ben nedir? Bireyin öznel bütünlüğü. Bireyin bilinçsel ve ruhsal bütün işlemleri ben kavramıyla dile getirilir. Ruhbiliminde bilincin özdeşidir. Öznel idealist sistemler, bütün nesnel ve toplumsal olguları bene indirgerler. [1]
Felsefe Sözlüğü’nde “ben” şöyle tanımlanıyor: “ben [Alın. Iclı] [Fr. moi] [ İng. myself] [Lat. ego] {es. t. ene ] :
1 – Bilinçli bireyin kendini başkalarından ayırmasını dile getiren sözcük.
2- Bilinç edimlerinin taşıyıcısı. (Ör. Descartes’ta düşünen varlık, düşünen töz; Hume’da tasarımlar demeti. )” [2]
Benlik algımız daha çok küçük yaşta bebekken gelişmeye başlar. Benlik algısı, kişinin kendisiyle ilgili algılarının bütünüdür. Bu benlik algısı, “olumsuz” ya da “olumlu” yönlerde gelişebilir kişinin kendisini algılaması açısından.
Aristoteles sadece insanların benlik farkındalığına sahip olduklarını ve üst düzey bir kavrama yetenekleri olduğunu iddia eder. Bilinç bir “iç deneyimdir”. Her canlı bu iç deneyime sahiptir. Her canlı bu iç deneyime her zaman sahip olmuş olmalıdır, der. İnsanların hayvanlara benzerliği filozoflar için çok önemli, psikologlar için daha da hayati bir konudur. 15. yüzyılda Fransız filozof Rene Descartes hayvanların, refleksleriyle yönetilen, karmaşık makinelerden ibaret olduklarını iddia etmiştir… Bu nedenle psikolojinin kendini gözlemle başlaması gerekir. Deneylerle kaydedilen bu gözlem istemsiz tepkileri sergilemek için tasarlanmıştır. Bu bilinç hakkında nicel veriler toplar. Her canlı bu iç deneyime sahiptir. Hayvanlar üzerindeki deneylerin açıklayıcı olabilecekleri anlaşılmıştır. [3]
Yine yapılan bazı deneyler, hayvanlarda benlik kavramının olduğunu göstermiştir.
Rene Descartes, benlik farkındalığını düşünme yeteneği açısından tanımlar.
James ise, düşünceler benlikten ayrılamayacakları için bu benliği incelemenin psikolojinin başlangıç noktası olması gerektiğini söyler.[4]
Birey için de aynı şeyi söyleyebiliriz aslında. Kişinin kendi benliğini incelemeye başlamasının, kişinin kendisini tanıma anlamında bir başlangıç noktası olduğunu söyleyebiliriz.  Kendi benlik algısını sorgulayan kişi, kendisini tanımaya başlayacak, ve benliği üzerindeki dışsal etkileri -yabancılaşma- gibi daha iyi saptayacaktır bana göre.
Alman filozof Stirner ise, “ben” kavramını radikal bir biçimde, daha önce olmadığı şekliyle ele alır. Max Stirner, “Biricik ve Kendiliği” adlı yapıtında “Hiçbir şey benden üstün değildir!” der.[5]
Stirner kitabında “ben” üzerindeki otoriteyi sorgular ve bunu radikal bir biçimde “ben”i yücelterek ve ego’yu tek yasa olarak görerek yapar. Şöyle der: ” Kendisine sahip olmak için başkalarındaki irade eksikliğine bel bağlayan, başkalarının yarattığı bir şeydir. Efendi kölenin yarattığı bir şeydir. İtaat sona ererse, efendilik de sona erer.”[6]
Stirner, “ben”in düşünce üstü, ya da söylenemez bir şey olduğunu iddia eder. Stirner belki de, felsefe tarihinde “ben” kavramını bu kadar cesaretle ve radikal bir biçimde alan tek düşünürdür.  Bu yüzden biraz da dışlanmış, “lanetli” olarak görülmüştür onun düşünceleri birçok çevre tarafından. Stirner “, “benim için benden önemlisi yoktur.” der.
Benlik kavramı her zaman insanların ilgisini çekmiştir tarihsel olarak. Felsefeden psikolojiye, sosyolojiye benlik kavramı açıklanmaya çalışılmıştır. “Ben” ile “biz” arasındaki ilişkiye bakarsak tarihsel olarak “biz”in “ben”i yuttuğunu ve onu kendi içinde erittiğini bile görebiliriz. Birçok kültürde “ben” demek, kendinin istek ve ihtiyaçlarını dile getirmek, “ayıp, yakışıksız” sayılır. Bu anlamda “Ben” her zaman “biz”e yani grup, topluluk, topluma kurban edilmiştir.
“Ben’ ‘biz’den ayrıldığı zaman ben felsefesi başlar, beraberinde de eğlence. Ben kimim? Ben neyim? “Ben” görülebilir miyim? ‘Ben’ kayda geçebilir miyim, ampirik olarak doğrulanabilir miyim? ‘Ben’ hayal gücünün bir ürünü, bir aracı, tanrıların zalim bir oyunu muyum? Ben’e ilişkin açıklamalar felsefenin çok geniş bir alanında sonuçlar doğurur. Özellikle etik alanında, çünkü eğer iyi yaşamayı amaçlamam gerekiyorsa, bu işi yapacak “ben” nedir? Kimileri egonun “biz”den hiçbir biçimde ayrıştırılmayacağım iddia edebilir. İnsanın aynada kendisine bakmasına dayanan en aşikâr itiraz bu önermeyi karşılamaz.  James gibileri egonun kendi tikel varlığını aşarak hepimizin içinden türediği büyük tini hissedebileceğine dair bir Hindu inancına bağlanmışlardır. Buna göre, sahici davranış kişinin kendi çıkarını aşarak evrensel tinin daha büyük iyiliği için çaba göstermesidir… …düşünmeye devam! Peki, düşünen kim?!”[7]
Bütün bu sorulara daldığımızda psikoloji, felsefe ve sosyoloji alanlarında aynı anda top koşturuyoruz demektir. Çünkü “ben” kavramını açıklamak için özellikle bu üç alandan yapılacak açıklamalar birbirini tamamlar, bütünler ve aralarında diyalektik bir ilişki vardır.
“Hume değişmeyen bir ben’in varlığını yadsıyor, bir kişiliğe sahip olduğunun söylenebileceğini kabul etmekle birlikte, ben’in yalnızca sürekli ve anlık algılardan oluşan bir bohça olduğu ve bu algıların (aynı bedende) birlikteliklerinin beni oluşturduğu ölçüde ben’in aldatıcı olduğunu ileri sürüyordu. Kimileri bundan dolayı ben’in, Wittgenstein’ın dilin oynanan özgül oyuna bağlı olarak değiştiğini söylediği gibi, bağlama göre değiştiğini düşünebilirler: Bu benim akademik benim, bu baba olarak benim, bu eş olarak benim, bu öğretmen olarak benim. Ne var ki, eğer ben yalnızca uçup giden bir akım ise ve dünden farklı ise, bugünkü “ben”i dünkü “ben” ile birbirine bağlayan nedir?” [8]
Ben ile kişinin kendisi olması arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kişi kendisi oldukça kendi benliğine de yaklaşır. Bunun tersine kişi yabancılaştıkça kendi benliğine de yabancılaşır. Kişi kendisi oldukça özgür birey olmaya da yakınlaşır aynı zamanda.
Kierkegaard, kişinin başka biri olmayı istemek yerine, gerçek benliğini bulma cesaretini göstererek huzuru ve iç uyumu bulabileceği sonucuna varır. “Gerçekten olduğun kimseyi olmak istemek, aslında umutsuzluğun zıddıdır”der. Ona göre, “olduğundan farklı biri olmak, başka bir benliğe sahip olmak” anlamına gelir…[9]
Kendimizi nasıl gördüğümüz konusunda Cooley’nin ayna benlik kavramına katılıyorum. Çünkü çoğunlukla kendimizi başkalarının bize yüklediği misyon ve görüş biçimleri görüyoruz hayatın için de. Bu da özünde, kendi hayatımızı değil, bize başkalarının biçtiği hayatı yaşadığımız gerçeğini gösteriyor.
Charles Horton Cooley, “ayna benlik” kavramını açıklar: Kendimizi nasıl gördüğümüz başkalarının bizi nasıl gördükleriyle ilgili düşüncelerimize dayanır. Rogers için sağlıklı bir benlik kavramı sabit bir kimlik değil, olasılıklara açık, akıcı ve değişen bir varlıktır… Jung’a gore ise, dünyaya sunduğumuz benlik -topluma sunduğumuz imaj “Persona” adını verdiği bir arketiptir.[10]
Ben de bu düşünceye katılıyorum. Büyük oranda kendimizle, benliğimizle ilgili olan düşüncelerimiz bize çevremiz tarafından dışarıdan verilmiştir bence de. Örneğin bir çocuğun sürekli akıllı olduğunu ona çevresindeki insanlar söylerlerse o da hayatı boyunca akıllı, zeki bir insan olduğunu düşünecek, ve aklını, zekiliğini hiçbir zaman sorgulamaya kalkışmayacaktır. Bir çocuğa ise sürekli aptal olduğu söylenirse, o da kendisinin aptal olduğunu düşünmese dahi zeki birisi olmadığı sonucuna varacaktır. Toplum, çevremiz tarafından nasıl göründüğümüz, kendimiz ile ilgili düşüncemizi doğrudan etkiler.
Aslında başka bir benliğe sahip olamayız da bence, olduğumuzdan farklı görünsek de. Yalnızca kendi benliğimize yabancılaşırız. Ve o benlik belki başkalaşır bizim için. Bizi yabancılaştıran sistemin, çevremizin, ürettiklerimizin tümüdür. Peki gerçekten olduğumuz kişi kimdir? Böyle bir kişi gerçekte var mıdır? Yoksa çoktan çökmüş, sahteleşmiş, yabancılaşmış ve bir daha yüzeye çıkarılması imkansız olan bir benliği mi arıyoruz? Bence bu soruları sorduğumuzda, “gerçekte olduğumuz kişinin” ne olduğunu da daha iyi saptama şansımız vardır. Gerçek ben’imizin ne olduğunu nasıl bilebiliriz? Kendi gerçek benliğimiz ile toplumda görünen benliğimiz, arasındaki fark ve çelişkileri de yakalarsak nesnel bir bakışla, işte o zaman benliğimizi de ve onun ne ifade ettiğini de çözmeye, analiz etmeye yaklaşırız bence.
Kapitalist tüketim toplumunda ise “ben”, “biz”den görünmez bağlarla bağlı olduğu bir tüketim toplumu içinde izole edilerek yalnızlaştırılmış ve yabancılaştırılmıştır. Bu birey’in entegrasyonu değil, onun aslında ruhunun, iç dünyasının yok edilmesidir. Çünkü birey artık kendine o kadar yabancılaşır ki, kendi öz benliğini bile fark edemez
“Marcuse, kapitalizmin bir biçimde işçi sınıfını entegre ettiğini söylemiştir: Değişimin temsilcisi olacağı varsayılan işçiler düzenin görüşlerini ve ideallerini kabul etmiştir . Kendilerini bir sınıf veya grup olarak görmeyi bırakıp bireyselliği ödüllendiren bir sistemdeki “bireyler” haline gelmişlerdir. Bu,başarıya giden rol olarak görülmüştür, ama gruplarını terk eden işçiler tüm pazarlık güçlerini yitirmiştir. Fakat Marcuse daha yakından baktığında gelişmiş endüstriyel uygarlıkta rahat, kolay, makul, demokratik bir özgürlük dışı koşulun hüküm sürdüğünü” keşfetmiştir; insanlar özgür olmak bir yana kendilerini demokrasi olarak adlandıran “totaliter” rejimler tarafından manipüle edilmektedir. Daha da kötüsü insanlar manipülasyonun farkında değildir , çünkü rejimlerin kural, değer ve ideallerini içselleştirmişlerdir..”[11]
Biz’i simgeleyen ne varsa sistem tarafından ya yutulmuş ya da asıl işlevinden uzaklaştırılarak, bir manipülasyon aracı olarak kullanılmaktadır. Fakat yalnızca ‘biz’ değil, ‘ben’ de sistem tarafından yutulmuştur. Sahte bir prototip oluşturularak bireylerin tek tek ona dönüşümleri sağlanmıştır.
Süreç tersine dönmüştür belki, birey değil, aslında bireyci kişilik yüceltilmiştir. Bu bireyci kişilik, özgür bir birey değil, bir tüketim nesnesidir. Nesneleştirilmiş, ‘şeyleştirilmiş’tir.
“Doğu” toplumlarında ise, özellikle cemaat kültürünün egemen olduğu toplumlarda birey olgusu çok zayıf ya da yok denecek kadar azdır. Buna ters olarak ise kapitalizmin ileri biçimde geliştiği “Batı” tüketim toplumlarında ise, birey ve toplum arasındaki ilişki zayıflatılmış, birey kendisi olmayan bir şeye, bireyci bir şeyleşmeye uğrayarak yabancılaşmıştır. Dolayısıyla her iki toplumda da özgür bir birey yoktur. Ayrıca “Batı” toplumlarında Marcuse’un işaret ettiği gibi birey ve toplum, manipülasyonun farkında değildir artık. Sistem manipülasyon ve diğer araçlarıyla, birey’in özgür ruhunu yutmuş ve onu kendisine yabancılaştırarak izole etmiştir.
“İnsanlarda özgürlük fikrini uyandırırsanız, o zaman özgür insanlar sürekli olarak kendilerini özgürleştirmeye devam ederler; aksine insanları yalnızca eğitirseniz, o zaman onlar en yüksek biçimde eğitilmiş ve zarif bir tarzda kendilerini daima koşullara alıştıracaklar ve itaatkâr dalkavuk ruhlara yozlaşacaklardır.”[12]
İşte kapitalizm, insanın içindeki özgürlük isteğini ve duygusunu, yok etmeye çalışmış bunu da kısmen başarmıştır. Çünkü kendisine yabancılaştırılan insan, kendi gerçek benliğini bile tam olarak hissedemezken, özgürlük isteği duymaz. Daha doğrusu kapitalist sistem, bireye sanal biçimde özgür olduğu yanılsamasını verir. Birey, kendisinin özgür olduğu yanılsamasıyla yaşar. Aslında tamamen yalanlar üzerine kurulu bir hayatı yaşamaktadır. Kendi benliğinden de o derece uzaklaşmıştır.
Toplumun önüne maskelerle çıkarız çoğu zaman. Adeta bu maskeler yüzümüze yapışmıştır, maskeyi gerçek yüzümüz sanırız artık. Ve onu çıkarmak bir yana, yüzümüzde maske olduğunun bile farkında değilizdir artık.

***

‘Ben’ olmadan, ‘biz’ olmaz. Ben yoksa bir toplulukta, artık oradaki toplam ötekileştirilmiş, kendi benliğine yabancılaştırılmıştır. Artık bu kalabalık ‘onlar’ olarak nitelenebilir. ‘Biz’ diyebilmek için, ‘biz’i oluşturan tek tek ben’lerin kendi özgünlüklerini korumaları ve birbirine benzetilmemeleri gerekir. Yoksa oradaki kitle, toplum ötekileştirilmiş onlar’ın toplamıdır. Bu noktada Foucault’nun dediği gibi “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir.” gerçeğine yaklaşırız. Bir toplulukta ‘ben’ yoksa, o topluluğun bir ruhu ve özgünlüğü yoktur, o topluluk kuru kalabalıktan ibarettir. İradesi ve özgünlüğü elinden alınmıştır. İşte bu noktada oradaki insanların yerine odun koysanız hiçbir fark olmayacaktır. Foucault, bence “orada kimse yoktur,” derken tam da bunu kastediyordu. Özgür bireyin olmadığı ve bireylerin gönüllü olarak bulunmadığı hiçbir topluluk, “biz’ değildir ve ötekileştirilmiş yok edilmiş ben’lerin mezarlığından başka bir şey değildir.
Sistemden binbir zorlukla kurtardığımız, kalan bir avuç bireysel özgürlüğümüzü de, özgürlüğü aramak ve onun uğruna mücadele etmek için gönüllü olarak gittiğimiz grup, topluluk, kurum, sendika, partiler vs… elimizden alıyor. Böyle kurumların yaptığı ilk iş kendilerine gönüllü olarak gelen bireylerin içindeki özgürlük duygusunu ve ben’i öldürmek oluyor.  Ne yazık ki, geriye ne bireysel ne de topluluk olarak özgürlük kalıyor. Çünkü “ben”in olmadığı yerde, “biz” de olmaz. Birey, özgürlük ararken, hiyerarşik zincirin bir parçası, makinenin bir vidası olmaktan kurtulamıyor. Bu kurumlar, sanki bir at’mış gibi bireyi tımar ediyor, onun davranışlarını yeniden düzenliyor, onu kısıtlıyor. Geriye ise ne ben, ne de biz kalıyor ne yazık ki. Örgütlenmek güzel ve gereklidir. Çünkü insan sosyal biur varlıktır. Ama insanları birbine benzetmenin, onların özgün kişiliklerini yok etmenin bir aracı olarak kullanıldığında bir hapishaneye dönüşür örgüt.
Ben nerede bitiyor, “biz” nerede başlıyor? Ben, biz’in bir parçası mı yoksa onun içinde eriyen bir şey mi? Ben, “biz”in içinde erimemelidir, kendisi olarak kalmalıdır diye düşünüyorum. Sosyal ilişkilerde, ben ile biz’in ilişkisinde, itaat değil, gönüllü uyumlu ölçüde alınmalı bence. Eridiğinde özgünlüğünü kaybeder.

Ben bir sıvı mı, konulduğu biz kabının şeklini alan? Yoksa “ben” “biz”in başladığı noktada onunla bütünleşen, ama kendi varlığını da kaybetmeyen bir şey mi? Bütünsel ve değişmeyen bir ben’den söz edilebilir mi? Yoksa ben her gün değişen bir şey midir?
Bir diğer keşfettiğim şey kendi bireysel tarihimde, “birey” olgusu idi. Bireyci olmak ile özgür birey olmak birbirine karıştırılmıştı bilinçli olarak. Özgür birey olmak gerekiyordu her şeyden önce.  Birey olgusu, özellikle özgürlükçü sosyalizmde önemle alınıyordu. Bir yazımda da belirttiǧim gibi, toplumdan bireye değil, bireyden topluma gidilmeliydi. Bireyin özgün kişiliği bozulmadan. Birey toplumun gönüllü bir katılımcısı olmalıydı, Oysa hâlâ şimdi bile “birey” denildiğinde birçok kurum ve partide insanlar “bireyci, egoist” olmakla suçlanıyorlar. “Birey” hâlâ küçümsenir, yok sayılır. Oysa özgür bireylerden oluşmayan bir toplum, ancak bir sürü olabilir. Çünkü insan, bir makinenin vidası değil, her insan benzersiz bir kişiliğe ve öyküye sahiptir özünde. Ve insan gelişimi bilinci sınırsızdır. Bu nedenle herhangi bir toplulukta birey eğer özgürce düşüncesini ifade edemiyorsa, oradan özgürlük çıkmaz bence.
Ortadoğu cemaatçı toplumlarında ise “benlik” bilinci gelişkin değildir. Cemaatlerin, toplulukların olduğu yerde “ben” “biz” in içinde kaybolur. Böyle topluluklarda “ben” demek, hiç de iyi gözle bakılan bir şey değildir. “Ben” yoktur, her şey “biz”e hizmet etmelidir. Deyim yerindeyse “ben” bu toplumlarda “biz” denizinin içinde kayblan bir sum damlaşıdır. Giderek önsan istenilen davranışları yerine getiren bir robota dönüşür kişi. Birey olamamıştır ve “benlik” bilinci ise yok edilmiştir. Dogmatik düşünce biçiminin olduğu her yerde, her grup, topluluk, kurumda bu böyledir. Kişi, egemen olan düşünceye boyun eğmeli ve davranışlarını da o düşünce doğrultusunda şekillendirmelidir. Resmi ideolojinin egemen olduğu rejimlerde de bu böyledir.
Peki kapitalizmin ileri biçimde geliştiği ABD ve Avrupa ülkelerinde bireyin benlik bilinci ne durumdadır. Bu kapitalist ülkelerde ise “biz” tamamen dışlanmış ve her bireyin kendi “ben”ini kurtarmak durumunda olduğu şeklinde bireyci ve egoist bir anlayış gelişmiştir.
Sürecek…
Erol Anar

Dipnotlar
[1] http://www.felsefe.gen.tr
[2]Prof. Dr. Bedia Akarsu: Felsefe Terimleri Sözlüğü, Genişletilmiş, Savaş Yayınları, Üçüncü Baskı: Eylül 1984, Ankara, s. 27.
[3]  “Psikoloji Kitabı”, Alfa Yayınları, Çeviren: Emel Lakse, 1. Basım: 2012, İstanbul, s.34.
[4] “Psikoloji Kitabı”, s.43.
[5] Max Stirner: Biricik ve Mülkiyeti, Kaos Yayınları, s. 10.
[6] age, s. 5.
[7] Alexander Moseley: “A’dan Z’ye Felsefe”, NTV Yayınları, İstanbul 2006, s. 34-35.
[8] Mosaley: age, s. 34-35).
[9]Psikoloji Kitabı, Alfa Yayınları, Kolektif üretim, 1. Basım: 2012, İstanbul.
[10] Age, s. 27, 100, 105, 132,.
[11]Sosyoloji Kitabı, Alfa Yayınları, 2. Basım: 2017, İstanbul s. 86-88.[12] Eğitimimizin Sahte İlkesi ya da Hümanizm ve Realizm, Max Stirner (Sayfa 31 – Fenomen Yayıncılık)

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!