İktidarın bir açmazı da, sürekli olarak kendisini kanıtlama zorunda olmasıdır. İktidar sahibi kişi, sürekli olarak kendi gücünü kanıtlamalı ve hâlâ güç sahibi olduğunu göstermelidir. Yoksa o da başka bir iktidar sahibi tarafından güçsüzleştirilir, altedilir. İşte bu nedenle iktidar sahibi sürekli olarak sahip olduğu gücün altında ezilecek ve yorulacaktır. Bir gün geldiğinde, sahip olduğu iktidarı taşıyamaz hale gelecek ve onun altında kalacaktır.
Mill, zamanının ilerisinde bir düşünürdür. Mill’in diğerlerinden farkı, düşünce ve ifade özgürlüğü kavramını ele alırken, onu yalnızca çoğunluğun tercihleri açısından değil, azınlığın, hatta tek bir kişinin hakları açısından da yorumlamasıdır. Yani mümkün olan düşünce özgürlüğünün ucuna kadar gitmeye çalışır. Tabii ki bu noktada, eşitlik kavramıyla ele alınmadığı zaman özgürlük kavramının içinin boşalabileceğini söyleyebiliriz bir eleştiri olarak. Ancak bu bile Mill’in düşüncelerinin önemini azaltmaz. Bugün özellikle Avrupa türü burjuva demokrasilerinin sınırlı da olsa “bireysel düşünce ifade özgürlüğü” kavramının temelinde Mill gibi düşünürlerin önemi büyüktür.
“Nefes alamıyorum” demiştin bir gün bana. Depresyondan şikayetçiydin. Evet olabilir, ama biraz da belki varoluşun ağırlığı bu. Duyarlı insanlar varoluşun ağırlığını duyarlar zaman zaman. Hayat ağır gelir onlara. Görünüşte bir sorunları olmasa bile yaşamanın kendisi bir sorun haline dönüşür. Nefes alıp vermek bile sıkıntılı olabilir.
Bu konuda Foucault ile tamamen aynı düşünüyorum. Geçmişte yazdığım her şey önemsizdir benim için. Çünkü ben orada kalmadım, ilerlemeye çalıştım. Önemli olan tek zaman şu andır; şuan ne düşündüğüm, yarın ise farklı bir düşünceye ulaşabilirim. Yarın bugünkü düşüncelerimi aynen tekrar edersem, gerilemişim demektir kendi çizgimde.
Peki elalem nedir? Elalem her şeydir hemen hemen. Elalem tabular, kurallar, inançlar, milliyetçilik gibi kavramlar vs… dir. Elalem devletin görünmez koludur, onun politikalarının mikro düzeylerdeki yansımasıdır. Toplumun bireyi kontrol altında tutmasının bir aracıdır. Nasıl sistem ve devlet toplumu kontrol altında tutuyorsa, toplum da bireyi kontrol altında tutmak ister.
Totaliter rejimler farklılığı bir zenginlik olarak değil, kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit olarak kavrarlar. Bu yüzden her tür farklılık hedef alınır. (Farklı düşüncelerden, farklı cinsel tercihlere kadar) Bu yüzden en küçük eleştiri ya da farklılık bile siyasal iktidarın eleştiriyi yapanı “şeytanlaştırması”na neden olabilir. Hatta şu ya da bu nedenle kendisini destekleyenler bazılarına bile bunu yapabilir. Bu noktada din, milliyetçilik, erkek egemen kültür, tabular, gelenekler, görenekler hepsi siyasal iktidar için kullanım alanı olan kavramlardır.
İdollerden kurtulmak bir süreç ister, ben son on yılda bu sürece girdim ve geldiğim aşamada hiçbir idolüm yok, o noktaya eriştim kendi serüvenimde. Ve idollerden kurtuldukça özgürleştiğimi hissettim ve hissediyorum. İnsanlara saygı duymak ayrı, onları idolleştirmek başının üzerine koymak ayrı bir süreç bence.
O küçümsediğin, aşağı gördüğün ve zaman zaman önüne kemik attığın köpekten farkın yok senin. Çünkü köpeği de köleleştiren sendin, kendini de. Köpeğin boynuna tasma taktın, ama sanki kendi boynunda tasma yokmuş gibi sırıtıyorsun. Oysa köpeğin boynuna taktığın tasmadan tek farkı, senin boynundaki tasmanın görünmez oluşu. Senin önüne de kemik atıyorlar ve sevinçle görünmeyen kuyruğunu sallıyorsun. Köpek senden çok daha temiz ve masum. Çünkü kırbaç senin elinde. Köpeğin elinde değil, o masum.
Türkiye “liberalizm” denilince, akla neoliberalizm gelir. Bu doğru değildir. Klasik liberalizm, “neoliberalizm” olarak isimlendirilen akımdan farklıdır. Ama Türkiye’de Avrupa’da olduğu gibi liberalizmin klasik anlamda yaşandığını düşünmüyorum. “Liberal” olarak adlandırılan insanlar da, bu anlamda liberal değillerdir. Sorgulamak gerekir. “Liberal” olarak adlandırılan insanlar da aslında çoğu resmi ideoloji sınırları içindedir. Hatta sadece liberaller değil, kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayanların önemli bir bölümü de resmi ideoloji çemberi içindedirler.
“Benim yıllardır başucumdadır o kitap; kaç tanesi eskidi, yırtıldı sayfaları, sarardı, yeniden satın aldım hep. Hayat kitabıdır o. Bir yazar 300-400 sayfa bazı olay ve olguları açıklamaya çalışır kişilerden yola çıkarak. Sayfalarca anlatır anlatır durur, konuya bir türlü gelemez çoğu zaman. İşte La Fontaine bunu hiç lafı dolandırmadan, bir fabl ile yarım sayfada başarır.”dedim ben de.