Hiçbir şeyin, bu dünyadaki hiçbir şeyin – ne bir ideolojinin, ne de bir inancın, düşüncenin- mutlak olmadığını öğrendiğinde gözlerin de görmeye başlayacak. Hiçbir şey mutlak değildir; mutlak doğru olarak inanılan düşünce bir dogmadır yalnızca. Mutlak olan her şey, bir diğeri üzerinde iktidar kurmaya götürür. Bu da özgürlüğü daha ilk anda boğar. Asıl trajik olan, özgürlüğü boğanların, bunu özgürlük adına yapmalarıdır.
Bireyin oluşmadığı bir toplumdan ne sosyalist bir toplum çıkar, ne de ileri bir kapitalist bir toplum. Ben böyle düşünüyorum. Her şey özgür bireyde düğümleniyor. Aydınlar da birey olamamış, onlar da cemaatlerin (sol ya da sağ) bir parçası olarak işlevlerini yerine getirmiştir. Çoğunluğu da devletçidir.
Emil Michel Cioran tüm kitaplarını okuduğum -bazılarını birkaç kez- sürekli kitaplarını karıştırdığım ve esinlendiğim bir yazardır. Varoluşçu düşünceleri beni etkilemiştir. Kitapları baştan sona bir varoluş sorgusudur. Yıkıcı bir felsefedir onunkisi, yapmak, oluşturmak gibi bir derdi yoktur, bununla hiç ilgilenmez. Harabeler, yıkıntılar arasında felsefe yapar.
Her şeyi bildiğimi anladığımı sanırken, aslında hiçbir şey bilmediğimi ve hayattan hiçbir şey anlamadığımı fark ettim. Çoğu insan bunu fark etmeden ölüyor. Çünkü bunu fark etmek insana bir sorumluluk getiriyor. Belki Sartre’ın ifade ettiği gibi insan kendi varlığından sorumlu olması gibi bir şey. Kendi yükünü kendi başına omuzlaması insanın, kendi hakikatini… İşte bu yüzden çoğu insan bu yüzleşmeden kaçınıyor, bu zor yola girmiyor ve yaşam serüvenini ondan beklenenleri yaparak tamamlıyor.
Yani denildiği gibi, “sanat toplum için değildir”, hiçbir zaman da olmamıştır. Bu bir gerçekliktir. Reel sosyalist ülkelerde bile sanat asla toplum için olmamış, sadece toplumun belirli elit bir kesimine seslenmiştir. Eğer bir sanat sergisi kitlelerle buluşmuş, toplumun büyük kesimine seslenmiş ise, orada sanattan çok politik ve popüler bazı semboller, retorikler, etkenler olmuştur. Yani kitleleri çeken sanatın kendisi değil, konjonktürel bazı politik retorik ve semboller olmuştur.
Daha önce bir öykümde de belirttiğim gibi, 12 Eylül sonrası cunta iktidarının yönlendirmesiyle, Anadolu’nun her yerinde futbola özel önem verilmiş ve gençleri özellikle “politikadan uzak tutmak amacıyla” futbol takımları kurulmuş, bu amaçla futbol turnuvaları düzenlenmiştir. Bu politika, hayata geçirilmişti o dönem. Futbol bir anda herkesin tutkusu haline gelmişti. Havza’da da yerden biter gibi, birçok futbol takımı kurulmuştu o dönemde.
Onun, “Can”, “Mutlu Moskova”, “Çukur”, “Çevengur”, “Dönüş”, “Muhteşem Vahşi Dünya” adlı kitaplarını okudum. Bazı öykü ve romanlarında sıkıldım. Ama bazılarını da sevdim örneğin “Dönüş” kitabı gibi. Özellikle “Yuşka” başlıklı öyküsü güzel ve etkileyici geldi bana. Yalın bir dil kullanıyor yazar. Bazen kasvetliliğe kaçsa da, genelde akıcı yazıyor. Eğer Rus edebiyatından ve yazarlarından keyif alıyor seviyorsanız, Platonov’u da sevebilirsiniz.