Ben heyecanlandım. Gerçi deneyimim var. Dediğim gibi, o sıralarda chat, messenger vs… yeni yeni yaygınlaşmış, benim evde bilgisayar ve internet bağlantım var. Aslında bir kitap da yazıyordum, internet öyküleri kitabı olacaktı bu. Benim için bu alan, bir araştırma alanıydı aynı zamanda. İnsanların internette ne aradığını merak ediyor, sorguluyordum kitabım için. Sonraları bu kitabımı da yayınladım. Bazı kadınlarla tanıştım o dönem. Kısa süreli ilişkiler de yaşadığım oldu.
Roman yazmaya gelmiştim ama çevreye şöyle bir bakınca anladım ki, benim yazacağım roman solda sıfır kalır, hayatın içindeki gerçek romanların yanında. Hele öyle acınası karakterler var ki gerçek dünyada, roman karakterleri bunların yanında hiç kalır.
“Ulan,” dedim kendi kendime “ben roman yazmaya geldim buraya, ne romanlar dönüyormuş burada.”
Telefon çaldı, kız arıyor sandım.
Baktım işyerinden arkadaşım Şebnem imiş.
“Merak ettim Erol, ulaştın mı oteline?” diye sordu
“Ulaştım Şebnem sağ ol.” dedim.
”Bir şey lazım olursa haber ver.” dedi
Biraz konuştuk, kapattık telefonu sonra.
Çankaya Belediyesi Eğitim, Kültür, Sanat bölümünde çalışıyordum o zamanlar. Biz o zamanlar Şebnem, Zeynep, Reyhan ve ben ayrılmaz dörtlüyüz işyerinde. İşten çıktıktan sonra da genellikle Konur Sokak’ta Mülkiyeliler Birliği’ne giderdik.
Neyse nihayet telefonum çaldı:
“Alo, iyi akşamlar!” dedi tatlı bir ses.
“İyi akşamlar!” dedim.
“Ben Demet.”
“Merhaba Demet, aramana sevindim.”
Hiç şaşırmış gibi yapmıyordum. Sanki bir hafta ben konuşmuşum gibi davranmaya çalışıyordum.
“Ya chatte de konuştuğumuz gibi…” deyip sanattan, edebiyattan, şiirden vs… söz ediyorum.
“Ya,” dedim “ne yazık ki Antalya’ya geldim bugün. İş için.”
“Öyle mi? Postane’de çalıştığını söylemiştin.”
“Evet, teknik ekipteyim.”
“Tam olarak ne iş yapıyorsun yani?”
Bunu düşünmemiştim işte. Birden uydurdum.
“Makinelerin bakımını yapıyorum.”
“Ya Postane’de ne makinesi var ki?”
“Eyvah yakalandık!” dedim kendi kendime.
“Küçük makineler var işte. Zarfların geçtiği bazı küçük makineler var; zarflar geçerken pul yerine kırmızı damga vuruyor makine, ayrıca pul yalama makinesi var. Bazıları pullu, bazıları damgalı gidiyor mektupların.”
“Pul yalama makinesi de mi var, bilmiyordum.”
“Var tabi,” dedim, bir yandan gülüyorum kendi yalanıma çaktırmadan.
“Yoksa kim yalayacak o kadar pulu akşama kadar, binlerce mektup. Onların bakımını yapıyorum, hemen bozuluyorlar.”
Gülüyorum, göbeğim çatlayacak. Karnımı tutuyorum ses çıkmasın diye.
“Ben seni arayayım, kapat. Sen öğrencisin.”
Telefonu kapattık. Balkondayım, uzaklarda ışıklar yanıp sönüyor.
Orada beş dakika güldüm, gözlerimden yaşlar geldi. Sakinleşmeye çalışıyorum kızı aramak için. Bir yudum içeyim dedim biradan, birden yine gülme krizine girdim “poff!” diye birayı püskürttüm ağzımdan yere.
Gülme krizine girmiştim. ‘Pul Yalama Makinesi’, iyi bir roman ismi bile olurdu. Belki de vardır, kim bilir.
Kızı aradım. Kız çok ciddi konuşmaya devam ediyor.
Neyse ben kaptırdım kendimi iyice rolüme, buna postacılığın faziletleri üzerine bir söylev çekmeye başladım.
“Kar demezsin, kış demezsin, yağmur, çamur demezsin yollardasın. Alem birbirine mektup yollar, sen ‘Alemin derdi, beni gerdi!’ hesabı o mektubu yerine ulaştırmak zorundasın.”
“Hani sen teknik ekipte çalışıyordun postanede?” diye sordu Demet.
Şaşırdım, hemen düşündüm:
“Ya,” dedim “sokaktan geldim ben buraya, postacılıktan. Kolay olmadı.”
“Postacı deyip geçme,” dedim. “Çok entelektüel postacı var. Charles Bukowski de postacılık yaptı.”
“Bukowski mi? Onu duydum, ama okumadım henüz.
“Bende var tüm kitapları, sana veririm, Ankara’ya gelince.”
”Tamam.” dedi.
Gülüyordum.
Demet duydu kahkahamı,
“Neden güldün?” diye sordu
“Postacıyken yaşadıklarım aklıma geldi, sana bir gün anlatırım.” dedim.
-Sürecek-
Erol Anar