Bir iki metre kar altında çocukların kayarak buz yaptığı kaygan dar yolu izler ve kaymamaya çalışarak okula ulaşırdık.
Uzun yıllar önce okuduğum ve belli belirsiz aklımda kalan “Demiryolu Çocukları” adlı bir kitap vardı. O kitabı okuduğumda, kendimi de bir demiryolu çocuğu olarak hissetmiştim. Çünkü hayatımızın, çocukluğumuzun bir kısmı demiryolunda geçmişti. Oradan yürüyerek okula gider, bazen de çeşitli oyunlar oynardık.
Çocukluğumuzun iki imgesi vardı: birisi mahallemizin hemen arkasından geçen ve uzaklara akan ırmak, diğeri ise demiryolu. İkisi de uzaklara akar ve düşlerimizi uzaklara taşırlardı. İkisinin üzerinde de güneşten parıltılar ve yaşam sevinci bulmak mümkündü.
Demiryolu okula giderken yürüdüğümüz başlıca yol olmuştu. Burada hem trafik yoktu, hem de kalabalık değildi. Bir diğer faktör ise, uzaklara akıp giden o demiryolu rayları bize bir özgürlük duygusu verirdi. Tıpkı ırmağın üzerinde parıldayan güneş ışıkları gibi, rayların demirlerinin üzerindeki ışıklar sanki içimizde parıldar, yüreğimizi aydınlatırdı. Bu da bizim çocuk ruhlarımızdaki yaşam sevincini çoğaltırdı.
Rayların kenarından ağır ağır sohbet ederek okula gider ve gelirdik. Bazen gizlice yine demiryolundan yürümeyi tercih eden öğretmenlerimize göstermeden içtiğimiz kaçamak bir sigara olurdu. Sigarayı avucumuzun içine doğru gizler, yürürken kaçamak nefesler alır ve dumanı da rüzgâra bırakırdık.
İlkokuldan, ortaokula oradan liseye kadar hep aynı demiryolunda yürümüştük. Demiryolunun kenarındaki taş evler, bize mimarisiyle sanki gizli bahçelerdeki masal evlerini anımsatırdı. Bu nedenle çocukken evimizin hep o evler gibi olmasını istemiş ve oralarda yaşamayı dilemiştim içten içe.
Demiryolu bize özgürlük duygusu veriyordu, çünkü raylar hep uzaklara akıyor, düşlerimizi birlikte götürüyor ve uzaklara gitme isteğimizi uyandırıyordu. O zamanlar sanki Steinbeck kitaplarından çıkmış serseri ruhlar gibi bir gemiye, trene atlayıp uzaklara gitmeyi isterdik. Yine Jack London romanı vardı, yanlış hatırlamıyorsam, “Demiryolu Serserileri” idi başlığı; ülkeyi bir uçtan diğerine trenlerde kaçak yolcular gibi geçen serseri hayatları anlatırdı. İşte bizim öykündüğümüz kahramanlar ve hayatlar bunlardı: kimseye eyvallah etmeyen, serseri ve özgür ruhlu, asi insanlar…
O zamanlar içimde başlayan uzaklara gitme isteğini yıllar sonra gerçekleştirmiştim. Uzun süren bir rüzgâr ve aşkın yardımıyla gidebileceğim kadar uzaklara gitmiştim. Bu sanki bir zorunluluktu, çünkü bazı insanlar bulundukları yerde duramazlar, onlar gitmek zorundadır, çoğunlukla da neden olduğunu bilmeden. Tıpkı uzaklara akan raylar gibi… Diğer bazı insanlar ise, bir taş gibi bulundukları yerden kımıldamaz ve hayatlarını orada tamamlarlardı.
Bazen rayların üzerinde trenin döktüğü yarı yanmış kömürleri arayan ve bunu ellerindeki çuvallara seçerek koyan yaşlıca yoksul kadınlar olurdu. (Onları tamamen unutmuştum aslında Meryem Karaoğlan Çalıkoğlu hocamın hatırlatmasıyla gözlerimin önüne geldiler birden.) Bu kadınlar demiryolunun ayrılmaz bir parçasıydılar sanki. Öne doğru eğilmiş bedenleriyle rayların arasındaki kömürleri karıştırır ve işe yarar olanı seçmeye çalışırlardı. Çevreleriyle ilgilenmezler, yaptıkları işe yoğunlaşırlardı. Sanki klasik Rus romanlarından fırlamış bir yoksulluğun üç boyuta bürünmüş halleriydiler.
Tren garının hemen arkasındaki açık ama üstü kapalı alanda, tren raylarının altına konulmak için kesilmek üzere getirilen ama yıllarca orada unutulan büyük kütükler vardı. O kütüklerin içine girerdik. Kütüklerin içinde küçük bir labirent vardı. Bir ucundan girip diğer ucundan çıkabiliyordunuz yolu bildiğinizde. Orada binbir çeşit oyunlar oynardık.
Kışın demiryolu bir başka güzel olurdu. Açık bir yol olduğundan okula giderken ayaz yüzümüzü adeta keser, yüzümüz kıpkırmızı olur, adeta kulaklarımızı parmaklarımızı hissetmezdik başımızdaki bere ve elimizdeki eldivene rağmen. Bazen köpeklerimiz de bizi takip eder okula kadar gelirlerdi. Özellikle tüylü güzel av köpeğimiz Ceylan bizi takip etmeyi ve demiryolu kenarında yürümeyi çok severdi. Ben ara sıra geriye döner parmağımla evin bulunduğu yönü gösterir ve ,
“Ceylan hemen eve dön!” derdim yalandan kaşlarımı çatarak. Ceylan ise bir süre sanki suçluymuş gibi durur, önüne bakar sonra yavaşça bizi takip etmeye devam ederdi biraz uzaktan.
Bir iki metre kar altında çocukların kayarak buz yaptığı kaygan dar yolu izler ve kaymamaya çalışarak okula ulaşırdık.
Bazen hâlâ o demiryolunda yürüyorum düşlerimde, karlar altında kalmış, ama yine de parıldayan rayların kenarından yavaşça yürüyor ve sanki şimdi çok uzaklarda kalmış çocuk, arkadaş seslerini duymaya çalışıyorum.
Erol Anar