Yaşadığımız evin hemen solundaki evde Fikri amcalar oturuyordu. Zaman zaman İstanbul’dan misafirleri gelirdi. Bunlardan birisi de Süha idi. Süha bizden biraz büyük, dışadönük ve sosyal bir kişiliğe sahipti. Bulunduğu ortamda hemen doğal olarak öne çıkan ve kendisini sevdiren tiplerdendi.
1979’li yılların sonlarıydı sanırım. O sıralar en büyük zevklerimizden birisi de teybe sesimizi kaydedip, sonra dinlemekti. Beş tuşlu siyah bir teybimiz vardı. Bir gün Süha gelmişti bizim eve. Bizim teyp ile oynadığımızı görünce, teybi almış ve bir şiir okumuştu. Bu Ahmet Haşim’in ünlü şiirinin kendisince uyarlanmış biçimiydi.
Şöyle okumuştu Süha o şiiri:
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Sanki yukarıda bok var!”
Akşam babam geldiǧinde ona dinletmiştim, Süha’nın sesini. Babam çok beğenmiş, bir kahkaha atmış ve,
“Vay puşt!” demişti.
Fikri amca asabi bir insandı, ancak kimseye bir zararı da yoktu. Hiçbir zaman güldüğünü görmedim. Emekliydi, kendisini toplumdan izole etmiş ve evine çekilmişti. Gerekli olmadığında sığınağından dışarıya çıkmıyordu. Bazen yaşlı babası gelirdi onlara. Şapkalı, uzun boylu, kravat ve takım elbise ile gezen eski beyefendilerdendi. Bizi gördüğü yerde hep o kahverengi sütlü yuvarlak şekerlerden verirdi. Bu yüzden onu çok severdik.
Fikri amca İstanbul’daki ünlü Robert Kolej mezunuydu. Bu yüzden İngilizceyi çok iyi konuşur ve yazardı. Bizim de okulda İngilizce dersimiz vardı. Arkadaşım Nejdet ile birlikte, Fikri amcadan bize ders vermesini talep ettik. O da severek kabul etti. Kim bilir belki o rutin yaşamının dışında bir iş ile uğraşmak ona zevk verecekti.
Haftada birkaç gün akşam yemeğinden sonra Fikri amcanın evine gidiyor ve bir saat kadar İngilizce dersi görüyorduk. O ciddi ortamda, bazen gülmemek için kendimizi zor tutar ve Nejdet ile göz göze gelmemeye çalışırdık. Nejdet birkaç kez dayanamayıp gülmüştü, ama sanki Fikri amca sanki öyle bir şey olmamış gibi derse devam etmişti.
O geceye kadar dersler devam etti. O gece ders sırasında Nejdet ile göz göze geldik ve gülmeye başladık. Fikri amca bir süre tavana bakarak “La havle!” çekerek tahammül etti bu duruma. Gülmemek için dudaklarımızı ısırıyorduk ama nafile. Gülme krizine girmiştik.
Nejdet başladı önce gülmeye:
“ The book… the book…..ha ha ha ha ha ha!
Dudaklarımı ısırmaya devam ediyordum. İkisinin yüzüne de bakamıyordum gülmemek için. Başımı iyice kitaba doğru eğmiştim. Daha sonra artık daha fazla dayanamayarak ben de patladım.
“There is… there… ha ha ha ha!
Fikri amca iyice sinirlenmişti. Artık daha fazla kendine hakim olamadı, birden kalemi, defteri fırlattı ve:
“Yapmayın şu yalaklığı be! Öğreneceksiniz adam gibi öğrenin, öğrenmeyeceksiniz s.ktir olun gidin lan!” diye bağırdı.
Yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu.
Gülmekten gözlerimizden yaşlar geliyordu.
Merdivenlerden inerken hâlâ katıla katıla gülüyorduk. Tabii ki o gece İngilizce dersi serüvenimiz de sona ermişti.
Erol Anar
“Aşağı Mahalle Öyküleri” adlı henüz yayınlamadığım kitabımdan.
Copyright © erol anar 2021.
Not: Fotoğraf semboliktir.