Devrimciliğin ve Vicdanın İzi: Angelica Balabanoff

Devrimciliğin ve Vicdanın İzi: Angelica Balabanoff

Peki Angelica Balabanoff’da olup da diğerlerinde olmayan ya da bastırılmış şey neydi?

Yalnızca politik bir karakter değildi, aynı zamanda şiir yazıyordu o. Yaşadığı hayal kırıklıkları sosyalizme olan inancını sarmamıştı onun. Yaşlılığında bile mücadeleye devam etti.

Angelica Balabanoff, Rus Yahudilerindendi. Babasının büyük malikanesinde Fransızca ve Almanca konuşarak büyüdü. 1878’de Rusya İmparatorluğu’nun Ukrayna kesiminde bir taşra kasabası olan Chernigov’da doğmuştu. Babası çok zengin bir tüccar idi. 1901 yılında eğitimini tamamladığı İtalya’ya taşındı, Brüksel’den. 1902’de İtalyan Sosyalist Partisi’ne (PSI) katıldı.

Daha sonra bir süreliğine İsviçre’de yaşadığında burada Rus Sosyal Demokratlarıyla temas kurdu. Lenin, Martov ve Troçki ile tanıştı.

Sonra tekrar İtalya’ya döndü ve 1912’de İtalyan Sosyalist Partisi’nin Yürütme Komitesine seçildi.

İtalyan Sosyalist Partisi’nin liderliğini de yapmış, Enternasyonal Sekreteri idi. Beş dili iyi şekilde biliyordu.

1917 Şubat devriminden sonra Rusya’ya döndü ve 1917 yazında Bolşevik Parti’ye katıldı Balabanoff. 1918’de Balabanoff, Ukrayna Sosyalist Cumhuriyeti’nin dışişleri komiseri oldu. Bu dönemde yakın ilişki içinde bulunduğu Lenin, Troçki ve Zinovyev’i gözlemleme olanağı buldu.

Balabanoff, Lenin’i ve diğerlerini, sistemi gözlemlediğinde bunu sosyalizm değil,
bir parti diktatörlüğü olduğunu anlamıştı

Vicdanlı Bir Devrimciydi O

Yine Emma Goldman “Hayatımı Yaşarken” başlıklı otobiyografik kitabında şöyle yazacaktı Balabanoff için:

“Rusya’nın önde gelen iki kadın Komünist*i tam bir zıtlık içindeydiler. Angelica Balabanoff’da, Kollontay’ın sahip olduğu zenginlikler yoktu. Kollontay, zarifliği, güzelliği, gençliğinin verdiği esneklikle olduğu kadar tecrübe ve nezaketiyle de dikkat çekici bir kadındı. Fakat Angelica’da, güzel yoldaşının dış görünüşünden çok daha ağır basan bir şeyler vardı. Onun iri, kederli gözlerinde derinlik, merhamet ve şefkat parlıyordu. Halkının sıkıntıları, anavatanının doğum sancıları, bütün hayatı boyunca hizmet ettiği ezilenlerin acıları, âdeta solgun yüzüne kazınmıştı.”[i]

Peki Angelica Balabanoff’da olup da, diğerlerinde olmayan ya da bastırılmış şey neydi? Bence vicdan -geniş anlamda etik- idi. Balabanoff gördüğü haksızlıklara, adaletsizliklere hiç düşünmeden karşı çıkarken, diğerleri bunlara hep politik gerekçeler üretme ve kendi kariyerlerini düşünmek derdindeydiler. Zaten sendikalar konusunda Lenin ile farklı düşünen Alexandra Kollontay en sonunda itaat etti ona, baş eğdi ve ülke dışına büyükelçi olarak gönderildi. Partiden atılmak ve hain olarak ilan edilmekle tehdit edilmişti. Lenin ile farklı düşünmenin cezası buydu. Lenin, Kollantay’ı asla affetmedi. Uzaklaştırıldı. Oysa Balabanoff üst düzey görevini bıraktı ve hiçbir yeni görevi kabul etmeden ülkeyi terk etti. Bolşevikler Kollontay’a yaptıkları gibi Balabanoff’u tehdit edemediler. Çünkü o Enternasyonal Sekreteri, İtalyan Sosyalist Partisi’nin önde gelen üyelerindendi ve dünyaca tanınıyor, saygı görüyordu. Çünkü o vicdanını hep yanında taşıyordu.

Angelica Balabanoff

Balabanoff, Lenin’i, Troçki’yi ve diğerlerini, sistemi gözlemlediğinde bunun sosyalizm değil, bürokratik bir parti diktatörlüğü olduğunu anlamıştı. Onun arkasından gizlice işler çeviriyor, eleştirdiği için ona çok güvenmiyorlardı. Özellikle de Zinovyev.

“Zinoviev’in alçaklığı ve korkaklığı bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. Kronstadt’ta olduğumu düşünerek Yönetim Konseyini toplantıya çağırmış ve benim ayrılmam için gereken emri çıkarmıştı. Toplantıdan çıkmasını bekleyip onunla dürüstçe yüzleştim. “Böylece, ben buradayken konuyu tartışacağınıza beni inandırdıktan sonra, ben yokken toplanıp beni kişisel olarak ilgilendiren bir konuda karar aldınız.” Yüzü soldu, çantasını çekiştirip kurtulmaya çalışırcasına öne bir adım attı; sonra alçak sesle şöyle dedi. “Evet, Yönetim Konseyi senin gitmene karar verdi.” Bunu, kararlarda hiçbir etkisi olmayan tek bir kişinin şahitliğinde söylemişti. Daha sonra da, “Buna karar veren ben değilim, Partinin Merkez Komitesi.” diye ekledi. Kesin bir tavırla “Gitmiyorum,” dedim. “Ya parti disiplini?..” “Disipline uymak konusunda kimseden farklı düşünmem, ama bu artık bir disiplin meselesi değil, bir saçmalık, bir delilik![ii]

Balananoff düşüncelerini cesurca dile getiriyordu, kaybedeceği bir şey yoktu. Makama, koltuğa, hiyerarşiye değer veren birisi değildi.

“Bugün Bolşevik Rusya’da idam edilenler artık düzeni yıkmaya  çalışmakla suçlanan kişiler değil; bu insanlar, vatandaşların çoğunluğunu oluşturan, kanunlara uymayan özgür düşünceli kişilerdir, hatta onların dostları, komşuları ya da yakınları ve jurnalci olmayı reddeden kişilerdir. İdamlar ve şiddet her an her yerde gerçekleşebilir ve nedenleri de hiçbir zaman açıklanmaz. Halk, keyfi hareketinin sınırı olmayan, öfkesine ve sinirlerine gem vurmayan, intikam almaktan hastalıklı bir zevk duyan ve kişisel dokunulmazlığından emin olarak insanlara hakaret eden, onlarla alay eden birisinin ellerindedir. Ve bütün bunlar devrim adına, insan hakları ve refah adına yapılmakta!”[iii]

Özgürlükler tek tek yasaklanıyor, ortadan kaldırılıyordu.

“Halk Adına, Halka Rağmen!”

İşçi sınıfının da hiçbir özgürlüğü yoktu. Grevler yasaklanıyor, zorla bastırılıyordu. İşçi sınıfı adına hareket edenler ise, onun adına özgürlüklerini kısıtlamaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Balabanoff Lenin’den aktarıyor:

“Lenin, basın özgürlüğünün bile yasaklanmasını çok gerekli bulurken bunu ideolojik savaşta bir silah olarak kullandı. 1921’de şöyle yazdı: “ … Sovyet Cumhuriyetinde, burjuva düşmanlarca desteklenen basın özgürlüğü, burjuvazinin ve onun sadık uşaklarının, yani Menşeviklerin ve Devrimci Sosyalistlerin, siyasi özgürlüğüyle aynı anlama gelmektedir. Tüm dünyadaki burjuvaların halen bizden daha güçlü oldukları inkâr edilemez. Buna rağmen onlara siyasi özgürlük gibi, tüm siyasi örgütlerin temeli ve merkezi olan basın özgürlüğüne de olanak tanıyan bir silahı vermek, işçi sınıfının düşmanlarına yardım etmek anlamına gelir. İntihar etmeye niyetimiz yok ve bu nedenle de, basın özgürlüğüne izin vermiyoruz. Dünyadaki burjuvalara yardım eli uzatmaya niyetimiz yok.” [iv]

Peki ne oldu? İşçilere, köylülere güvenmiyorsun. Diğer devrimcilere güvenmiyorsun. Hatta kendi parti üyelerinin çoğuna güvenmiyorsun. Herkesi ve her şeyi sopa ile hizaya getirmek, senin dediğine yüzde yüz uyulmasını istiyorsun. Çarlık dönemindeki sınırlı özgürlükleri bile ortadan kaldırıyorsun. Pardon ama, bu sosyalizm miydi, yoksa faşizm mi?

Bütün sol muhalefet ortadan kaldırıldı, hapishanelere dolduruldu, sürgün edildi, öldürüldü. İnsanlar toplama kamplarında hapsedildi. En küçük düşünce ve ifade özgürlüğüne izin verilmedi. Kurucu Meclis dağıtıldı. Kronstad’da devrimci denizciler öldürüldü sırf basın özgürlüğü istedikleri ve grevci işçilere destek oldukları için. Grevler yasaklandı, işçiler öldürüldü. Köylülerin elinden tahılları zorla alındı. Sendikalar partinin yan kolu oldu, özgür sendikacılık bitirildi. Sovyetler (Konseyler) işlevsiz hale getirildi, partinin yan kolu oldu. (“Aktarma kolonları” diyorlardı bunlara. Stalin, 1920’li yıllarda Lenin’in düşünceleri doğrultusunda “aktarma kolonları” kuramını geliştirdi) Bolşevik resmi ideolojinin dışında her tür gazete yasaklandı, basın özgürlüğünün en küçük kırıntısı yok edildi. Senin gibi düşünmeyen herkes hain ve düşmanın.

Leninistler belki şöyle şeyler söylebilirler ki, bunları çok kullanıyorlar: “İç savaş koşullarında, emperyalizmin kuşatmasında, açlık ve diğer sorunlar varken dönemin koşulları içerisinde değerlendirmek gerekir bu olayları.”
Oysa iç savaştan sonra da değişen bir şey olmadı. Hatta baskının dozu daha da arttı. Bu Bolşevik rejimin kendisinden başka hiçbir farklı düşünceye izin vermeyen totaliter Jakoben doğasından kaynaklanıyordu. Ayrıca dönemin koşulları diye nesnel olarak değerlendirilemez bir olgu ve olay. Emperyalist kuşatma ise, yine muhalifleri yok etmekte kullanılan bir argüman. Komünist Parti’nin bile delegelerinin birçoğu bu gerekçeyle ortadan kaldırıldı. Bu eleştirileri önlemek ve yapılan tahribatı, kızıl terörü gizlemek için kullanılan bir retorikti sadece.

Farklı düşünen herkesi yok ettiler, sonra sıra bizzat Komünist Parti üyelerine geldi. Sonra bizzat Bolşevikleri yok etmeye başladılar. Çünkü yok edecek muhalif tek bir kişi kalmamıştı. Bu işi de Stalin halletti. Bolşevik devlet şiddet makinesi doymak bilmiyordu. Bizzat öz yavrularını yemeye başladı sonra.

“Merkez Komite Bültenlerinin artık güncelleştirilmeyen istatistiklerine göre, üç yıldan kısa bir süre içinde, Komünist görevlilerin, yöneticilerin ve subayların %62’sini ortadan kaldırdık. Başka bir deyişle, Parti kadrolarını temsil eden 200.000 kişiyi yok ettik, bunların 124.000 ile 140.000 arası bir bölümü Bolşeviklerdi. Yayınlanan verilere dayanarak kaç kişinin kurşuna dizildiğini, kaç kişinin ise toplama kamplarında yok edildiğini hesaplamak olanaksızdı, tek yol kişisel deneyimlere dayanarak tahmin yapmaktı…”[v]

Bolşevik şiddet makinesi bizzat kendi evlatlarını da yedi. Fransız Devrimi’nin o ünlü “İhtilal kendi evlatlarını da yer” sözü bir kez daha doğrulanmıştı.

Peki ne içindi bütün bunlar? Bolşevik devleti ve onun sistemini korumak için. Sadece 70 küsur yıl sonra yıkılacak bir sistemi baskıyla ayakta tutmak için. İşte tarih bunu gösteriyor bize, hiçbir sistem sırf baskıyla ayakta kalamaz. Ben bir ev yapsam bile 70 yıldan fazla ayakta durur. Oysa düşünce ve ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne izin verilseydi, Kurucu Meclis dağıtılmasaydı, toplama kampları olmasaydı, sendikalar, Sovyetler (Konseyler) partinin yan kolu olmayıp özgürce çalışabilseydiler emin olun sistem o kadar kolay yıkılmazdı. Özgürlükçü bir sosyalizm olsaydı, hiç yıkılmazdı. Ama bu zaten Marksist Leninist “sosyalist” modele aykırıdır. Tarih göstermiştir ki, baskıyı çoğalttıkça sonunu yakınlaştırırsın.

İşte Balabanoff, bu yolun sosyalizmin yolu olmadığını fark etmişti ve bunun için oraya terk etti. Bu sistemin uzun süre ayakta kalmayacağını anlamıştı.

Angelika Balabanof’un anılarında belirttiği gibi:

“Rusya’nın ve dolaylı olarak genelde devrimci hareketin trajedisi, şiddetin savunmadan çok bir alışkanlık halini almasıyla başladı. Daha Rusya’dan ayrılmadan önce Rus liderlerinin en küçük direnişin bile peşine düşmeyi —her türlü muhalefeti ortadan kaldırmayı— çok çabuk alışkanlık haline getirdiği sonucuna varmıştım.”[vi]

Burada tek parti diktatörlüğünün Jakoben, her türlü eleştiriye izin vermeyen baskıcı ve yok edici karakteri rol oynuyordu. Hegemonik ve dayatmacı bu yapılanma, özü gereği özgürlüklere düşmandı.

En sonunda daha fazla dayanamadı ve Lenin’e giderek ülkeyi terk etmek için özel izin istedi ve aldığı izinle ülkeyi terk etti. son olarak Troçki onu vazgeçirmeye çalıştı kararından, çünkü beş dil biliyordu. Ve saygın uluslararası alanda tanınan bir sosyalistti Balabanoff.

Balanoff, 1921’de Sovyetler Birliği’ni tek ettikten sonra birkaç yıl Viyana’da yaşadı.

“Balabanoff, 1924’te partiden ihraç edildi ve uzun ömrünün geri kalanını İtalyan faşizmi ve Rus komünizminin tehditlerine karşı sosyalizm uğruna savaşarak geçirdi.”[vii]

Gerçekten Balanoff’un yaşadığı ironik bir durum. Hem faşizme karşı, hem de reel sosyalistlere karşı mücadele ver. İşte gerçek sosyalist budur, hem faşizme karşı çıkar, hem de otoriter baskıcı ve özünde faşist olan reel sosyalist ülkelere. Balabanoff, anarşist değildi, bir Marksistti, ama onun ruhu da biraz anarşistti. Haksızlığa asla boyun eğmiyordu. Kim ve ne adına yaparsa yapsın, haksızlığa ve adaletsizliğe sessiz kalamayan vicdanlı bir kişilik yapısı vardı.

Daha sonra Paris’e taşındı ve İtalya’daki faşist hükümete karşı sosyalist dergide görev yaparak mücadelesine devam etti. 1936 yılında ABD’ye gitti ve burada yaşadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya’ya dönerek sosyalist mücadelesine devam etti.

Yalnızca politik bir karakter değildi, aynı zamanda şiir yazıyordu o. Yaşadığı hayal kırıklıkları sosyalizme olan inancını sarsmamıştı onun. Yaşlılığında bile mücadeleye devam etti. Bu dünyadan mücadelesi ve vicdanıyla iz bırakan; iktidara, makama, hiyerarşiye değer vermeyen ender kişiliklerden birisiydi o: Angelica Balabanoff.

Erol Anar


[i] Emma Goldman, “Hayatımı Yaşarken”, Cilt:2, sayfa 769.

https://www.kitapyurdu.com/kitap/hayatimi-yasarken–2/

[ii]  Angelica Balabanoff: Lenin’in Yakın Görüntüsü, Adapa Yayınevi, 2005, Ankara,  sayfa 75-76.

[iii] Angelica Balabanoff, age, sayfa 81.

[iv] Angelica Balabanoff, age, sayfa 132.

[v] Victor Serge: Kirov’un Öldürülmesi, Pencere Yayınları, sayfa 223.

https://www.babil.com/kirov-un-oldurulmesi-kitabi-victor-serge

[vi] Balabanof, My Life as a Rebel, s. 185. (Akt: Murray Bookchin,1905’ten 1917’ye Rus Devrimleri (Üçüncü Devrim/Cilt 3, sayfa 323)

[vii] Balabanoff, Angelica (1878–1965), https://www.encyclopedia.com/

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

erol anar
error: Content is protected !!