Bazen dünyayı sırtımızda taşır gibi hissediriz kendimizi. Sanki dünyanın acısı, derdi, diğer insanların yükü bizim sırtımızdadır ve her şeyi biz taşımak zorundayızdır. Böyle anlarda çaresiz hissederiz kendimizi. Eziliriz yükümüzün altında.
Dikkat ediyorum de insanı hiçbir şey tatmin etmiyor. Örneğin bir alanda kendisini kanıtlamış ya da ün kazanmış insanlar bu kez başka bir alana da yönelmeye başlıyorlar. Bu alan da çoğunlukla yazın alanı oluyor. Çünkü yazmak diğer sanatlara göre kendini ifade etmenin en dolaysız yolu. Ünlü politikacılar, hatta iş insanları bile kitap yazıyorlar. İnsan zengin ve bir alanda ünlü de olsa yazmak gereği hissediyor bir noktaya geldiğinde. Birçok örnek verilebilir.
Yazsınlar da, ama dikkat çekmek istediğim nokta insan birçok bir alanda başarı, ün ya da para kazanmakta yetinmiyor. İnsanlar kendilerini entelektüel olarak da kanıtlama arayışına da giriyor. Özü bence şu: İnsan bir şeyi elde ettiğinde, avuçlarının içine aldığında, o şey değerinden kaybediyor. Ve belki insan başka bir alanda da bir şeyler yapma gereği ve isteğini bu nedenle duyuyor.
Bir söz duymuştum, “Paranın satın alamayacağı bir şeye sahip olana kadar zengin değilsin.” diye. Paranın satın alamayacağı şeyler az da olsa var: Örneğin gerçek bir sevgi, entelektüellik (öyle görünmek değil de, gerçekten öyle olmak), vicdan vs…
Yıllar önce bir kitabımda da yazdığım bir Yahudi atasözünü yazacağım tekrar. Çünkü bu durumu en iyi bu atasözü açıklıyor bence: “Çok yürekten dileme, yoksa dileğin gerçekleşiverir.”
Peki dilek gerçekleştikten sonrası? Sonrası çoğu zaman hayallerin ve umudun tükenişi ve derin bir tatminsizlik. Başka alanlarda da bir şeyler yapma isteği.
Denildiği gibi, en zengin olan en çok hayale sahip olandır.
***
Hastalık derecesinde bir kişiye tutkulu insanlar vardır. Bunlar bir ilişkiyi bitirmeyi becermezler. O ilişkinin bitmemesi için, gururlarını da bir yana bırakarak her şeye katlanırlar. Bunlardan birisini bir arkadaşım yıllar önce Ankara’da Yüksel Caddesi’ndeki bir çay ocağında bana göstermiş ve öyküsünü kısaca anlatmıştı. Adam, eşinden boşanmıştı. Aslında eşi ondan boşanmış, ama adam bu durumu kaldıramamış ve yapışmış gibi onun peşinden ayrılmıyormuş. Kadın da adamı bir ayakçı, bir köle gibi kullanıyormuş. Kadın habire sevgili değiştiriyor, adam ise onunla sevgilisine hizmet ediyormuş. Adam, bütün bunlara kadın onu aşağılasa da sırf onun yüzünü görmek ona yakın durmak için razı oluyormuş. Aslında aynı masada bile oturmuyordı. Adam kadının masasının arkasındaki bir masada uysal bir köle oturuyor, onu görmezlikten gelerek sevgilisiyle öpüşen eski eşini izliyordu boş gözlerle. Kıskanmayı bile unutmuştu belki. Kadına gelince, sevgi üzerine bile iktidar kurulabileceğini gösteriyordu. Adamı kendi çıkarları için kullanıyordu, böyle bir insanın kimseye gerçek sevgi duyabileceğini de sanmıyorum.
Tam bir Dostoyevski romanı olabilecek bir durum aslında bu.
Bu artık aşktan çok, hastalıklı bir tutkuydu. Bir saplantı, bir psikozdur. Çünkü kişi acı olan gerçekten kopmuş ve algılamasını değiştirmiştir. Bu aslında acı ve katı gerçeğe karşı bir korunma mekanizması da olabilir.
Bir varoluş acısı gibi, sonsuz bir acı. Çünkü sevgi acıya dönüştüğünde, hastalıklı bir yapıya büründüğünde, artık sevgi değil kölelik ve derin bir acı kalıyor geride. Kül gibi.
***
“Paltom bile ağır gelirken,
Nasıl taşırım
Koskoca dünyayı
Sırtımda?”
Franz Kafka, Dönüşüm
Bazen dünyayı sırtımızda taşır gibi hissediriz kendimizi. Sanki dünyanın acısı, derdi, diğer insanların yükü bizim sırtımızdadır ve her şeyi biz taşımak zorundayızdır. Böyle anlarda çaresiz hissederiz kendimizi. Eziliriz yükümüzün altında.
Aslında insanın taşıyabileceği en ağır yük kendisidir, diye yazmıştım bir zamanlar. Ama daha sonra öğrendim ki, buna çok yakın bir sözü Nietzsche söylemiş benden çok önceleri. Onu da burada düzeltmiş olayım. Şöyle demiş Nietzsche:
“En ağır yükü aramıştın, işte kendini buldun.”
Jean-Paul Sartre ise,
“Kendi geçmişimi elimde tutamamış olan ben, bir başkasının geçmişini kurtaracağımı nasıl umabilirim?”[1] diyor.
İnsanlar hep sizden yapabileceğinizden fazlasını beklerler. Hatta kendi geçmişlerinin yükünü, acısını da bizim sırtımıza yıkmaya çalışırlar. Sartre bunu kastediyordu. Ama kimse kimsenin yükünü, hele geçmişinin yükünü sonsuza kadar taşıyamaz. Belki de hiç taşıyamaz, taşımayı denese bile.
İnsanın zaten kendisi ve varoluşunun acısı bu kadar fazla iken, nasıl bir başkasının yükünü de taşıyabilir? İşte bence bu insanı içinde bulunduğu koşullarda güçlü olmaya iten bir durum. Güçlü olmaya ihtiyacınız varsa, bunu yapabilirsiniz bence. İnsan başka insanların yükünü de bir yere kadar taşıyabiliyor bu nedenle, en azından bunu deniyor. Ama en iyisi insanlara yardım etmek, ama onları sırtında taşımadan, onların kendi ayaklarının üzerinde durmasına destek olmaktır bence.
Çünkü kendi varoluşumuzun yükü altında eziliyoruz zaten. Bu yeterince ağır ve acı bir yük.
Erol Anar
[1] Jean-Paul Sartre: Bulantı, Can Yayınları, sayfa 145.
Güzel bir yazı, elinize, kaleminize sağlık…