Ama şöyle bir bakarsak anlamsız bir hayatı ne kadar yaşamak isteriz? Bunun ne zevki olabilir diye düşünmekten alamıyor insan kendisini. Onun için aslında bir anlamı olmayan hayatımıza anlam yüklemek zorunda hissederiz kendimizi. Kendimize hep amaçlar, erekler, koyar ve ona doğru yürürmeye bunları gerçekleştirmeye çalışışırz. Peki gerçekleşse ne olacak, bu kez bir amaca yöneliriz. Peki o da gerçekleşse? İşte bu noktada hayatın anlamsızlığını görürüz. Hayat acılarla doludur daha çok, bazen ise mutluluk da vardır daha az olsa da.
Aşklar, cinsellik bile sanal olmuş durumda. Sanal aşklar iki gün sürüyorve ertesi gün unutuluyor. Çünkü insanların alternatifleri ve seçeneklerisınırsız sayıda. Kimse kimsenin ardından ağıt yakmıyor artık, o saniyeunutuyorlar birbirlerini sanal dünyaya gömülerek.Boşluk yaratmak bir yana, artık insanın kendisi boşluk olmuş. Her şeyin olduğu gibi, insanın da içi boşaldı bu anlamsızlık çağında…
“Bir başına bırakıldığımız için varlığımızı biz kendimiz seçeriz. Bırakılmışlık bunaltıyla birlikte yürür. Umutsuzluğa gelince, pek basit bir anlamı vardır bu sözün. O da şudur: Umutsuzluk, “irademize bağlı olan şeylere ya da eylemimize yol açan olasılıklara (ihtimallere) güvenmekle yetineceğiz,” demektir. Gerçekten de insan bir şey istemeye görsün, durmadan olasılık öğeleriyle (unsurlarıyla) karşılaşır.”
Yani Rus devrimlerini ve dünya çapında etki yaratmış ve evrensel olmuş Rus edebiyatını anlayabilmek için, onların dayandığı aydınlanmacı kökleri ve tarihi anlamak gereklidir. Bu olmadan, ne Rus tarihi ne de “Batı Avrupa” tarihi kavranabilir. Çünkü Rus aydınlanması, Avrupa aydınlanmasının bir parçasıdır ve ondan etkilenerek gelişmiştir.
Öğrenilmiş çaresizlik var olan koşullara teslimiyettir ve bireyin özsaygısını törpüleyerek, onu koşulsuz itaate zorlar. Burada başta siyasal iktidar olmak üzere her tür iktidarın kullandığı ve bireyde umutsuzluk, güçsüzlük yaratarak onun teslim olmasını itaat etmesini sağlamak için kullanılan bir yöntemdir.
Gerçekte toplumun büyük kısmı yaşayan ölüye dönüştürülmüştür sistem tarafından. Zombiler gibi yaşamaktayız, ne yaşadığımızın farkındayız, ne de öldüğümüzün. Bir ceset gibi kokuyoruz ama kendi kokumuza alışmışız onu hissetmiyoruz bu nedenle. İnsan yanlarımız çürümüş: Vicdan, sevgi, hoşgörü … Gerçek hayatı bile bir yana bırakın şöyle bir sosyal medyaya bakarsak, bu linç psikolojisinin ve çürümenin ne kadar yaygın olduğu görülebilir aslında.
Herkesin yaşam serüveni de farklıdır, size göre yanlış olan başkasına göre doğrudur. Ama benim kendi serüvenimde vardığım nokta budur. Varoluşumun temel kaynağı özgürlükle beslenmesidir. O yüzden özgürlüğümden ne bugün, ne yarın, ne bir günlüğüne, ne de bir saatliğine vazgeçerim. Eşitlik ve özgürlük aynı anda ve yan yana değillerse, sonra da yan yana olmayacaklardır bana göre.
“Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını duyarsa insandır.” der Tolstoy. Tolstoy’un dediği gibi kendinden başkasını düşünmeyen insan bencildir.
Hiç tanımadığın insanlar için ne yaptın şimdiye kadar konuşmaktan başka? Tek bir şey yapabildin mi yaptın mı ailen ve yakın çevrenin dıșındaki hiç tanımadığın insanlar için? Verdiğin sadakalardan, üç beş kuruş yardımdan söz etme bana lütfen. Bizzat zamanını ayırarak başka insanlara yardım etmeye çalıştın mı, sivil toplum örgütlerinde gönüllü olarak çalıştın mı bir gün olsun?
Peki nedir varoluşumuzun amacı? Biz Evren’in, yıldızların çocuğuyuz, yıldız tozundan meydana gelmişiz. Meydana gelişimiz tamamen tesadüfi olsa da, herhangi bir varoluş amacı olmasa da, ona anlam yüklemek zorunda hissederiz kendimizi.
Bir vida değiliz, neyiz peki? Bir canlı, doğayı dönüştürme gücüne sahip bilinçli bir insanız, bununla övünürüz. Amaç nedir; bence amaç tektir. Bütün insanlık tarihinin amacı özgür yaşamaktır.
Özgürlüğün olmadığı yerde, gerçek mutluluk da yoktur, sevinç de.
Anna Grigoryevna’nın anılarında şunları okuyoruz: “Bir gün Cenevre yolu üzerinde, Basel’de durduk. Kocamın bana önceden sözünü ettiği bir tablonun bulunduğu müzeyi gezdik. Bu Holbein’in bir tuvaliydi. lnsanlıkdışı bir işkence yapıldıktan sonra, haçtan çözülen ve çürümeye bırakılan İsa’yı gösteriyordu… Ona daha uzun süre bakmaya dayanamadığımdan başka bir salona gittim. Döndüğüm vakit kocam hâlâ oradaydı, aynı yerde, zincirle bağlanmış gibi. Heyecanlı yüzünde, daha önceleri çoğu kez sara nöbetlerinin başlangıcında gördüğüm ürküntüyle aynıifadeyi taşıyordu.’ Ve Dostoyevski ona şu tümceyi söylüyor: ‘Böyle bir tablo insanın inancını yok edebilir…”