
“Ben hiçbir șeyin simgesi olmak istemiyorum. Ben yalnızca benim.” (Ayn Rand: Hayatın Kaynağı, Plato Film Yayınları, Çevirmen: Belkıs Dișbudak Çorakçı, 2008, İstanbul, e-book, sayfa 719.)
Ayn Rand birey olmak üzerine yazmış, bu konuya kafa yormuş bir yazardır. Bireyi temel alarak yazmıştır yazdıklarını. Onun dediği gibi, “dünyadaki en küçük azınlık bireydir.”
Daha birey bile olmadan bir şey olduğumuzu ve insanlar, toplum için kendimizi feda ettiğimizi düşünüyoruz. Oysa şöyle bir düşünelim; denildiği gibi kendine faydası olmayanın başkalarına da faydası olmaz. Birey olmayanlar sağlıklı bir toplum oluşturamaz.
Etrafımıza bakalım, içinde yaşadığımız topluluklarda sorgulayan birey son derece az sayıdadır. Çünkü aidiyetler insanı bir gruba, kuruma, yani sürüye katılmaya zorlar.
Ne kadar çok aidiyetin varsa o kadar az bireysin.
Simgelerin peşinde koşuyoruz, kendimiz belki ölümsüz bir simge olamasak da, ölümsüz sandığımız simgelerin arkasına sığınmak istiyoruz: İdeolojiler, inançlar, liderler, kurumlar v.s.
Birey olunmalı dediğimde kapitalizmin birer tüketici robota dönüşmüş bireyinden değil; hem sistemi, hem devletleri, kurumları, aynı zamanda her tür muhalefeti ve kendini sorgulayan, yani kendini özgürleştirme mücadelesinde olan bireyden söz ediyorum.
“Ait olmak yüzünden, kendi portremizi yapma yeteneğimizi yitiririz. Seçtiklerimize kendimizi öyle kaptırırız ‘ben’ yani birey ile bir yere ait olan ‘biz’arasındaki ayrım giderek belirsizleşmeye başlar.” (Gündüz Vassaf: Cehenneme Övgü, İletişim Yayınları, 48. Baskı 2024, İstanbul, sayfa 119.)
Kendini bir “biz”e ait hissettiğinde birey olamamış insan, belki de daha güçlü hisseder benliğini. Ama öyle yapılar, gruplar, kurumlar vardır ki, birey diye bir şey yoktur orada. “Biz” dışında bir kelime yoktur, “ben” demek ayıp ve yasaktır. İşte öyle bir kuruma, gruba, çevreye v.s. ait olduğunda kişi, o zaman bir vida olmaktan bile öteye gidemez, birey ve kișilik olamaz. Ben dediğinde suçlanacak ve ben demekten çekinecek ve böylece kendi kişiliğini, karakterini kendisi ortadan kaldıracaktır en önce.
Duvarlar
“Joseph Campbell’ın bir televizyon programında dediği gibi, yıllarımızı merdiveni çıkmak için harcarız, sonra bir bakarız merdiveni yanlış duvara dayamışız. Bu duvar senin değil, başkasının duvarı olabilir.” (James Hollis: Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı, İletişim Yayınları, Çevirmen: Kerime Dalyan, 1. Baskı 2020, İstanbul, sayfa 84.)
Başkalarının duvarına merdiven dayarsak, o merdiven geri düşer gün gelir ya da yere atılır. Çünkü başkasının duvarıdır o. Belki kendi merdivenimiz, ama duvar denildiği gibi başkasının duvarı. Hep başkalarının duvarında mı arayacağız kendi hayatımıza ilişkin gerçekleri? Hiçbir şey bulamayacağımız bir yerdir orası ve zamanımızı boşa harcıyoruz. Halbuki kendi duvarımızı kendimiz yaratmalıyız. Eğer bir duvarımız yoksa tuğla tuğla örmeliyiz onu.
İşte iktidar, kariyer ve para için merdivenle tırmanış yapanlar bir gün gelir ki o duvarın kendilerine ait olmadığını, merdiveni sistemin duvarına dayadıklarını görürler. Ve o an ellerinde artık hiçbir şey olmadığını, bu kadar uzun zaman tırmanıştan sonra tanıklık eder ve görürler, ama çoğu zaman belki de çok geçtir artık.
Sözün açtığı yara en derinidir belki de
Halk arasında buna “dil yarası” derler.
“Sözcükler eylemlerden daha güçlü olabilir. Kırılan bir kemik birkaç ayda iyileşebilir ama kırıcı bir sözün açtığı yara hayat boyu iyileşmeyebilir.” (Christopher K. Germer: Öz Şefkatli Farkındalık, Diyojen Yayıncılık, Çevirmen: Handan Haktanır, Basım: Aralık 2018, sayfa 176.)
Evet, buna ben de katılıyorum, bazen sözün eylemden daha güçlü olabileceğine. Çünkü kendi hayatıma baktığımda, sözcüklerle açılan yaraların asla unutulmadığını görüyorum. Ama eylemlerle açılan yaralar çoktan unutulmuş, izi bile kalmamış. Örneğin, çocukken yediğin dayağı bile unutursun, ama sana birisinin söylediği kötü bir sözü hayatın boyu unutamayabilirsin. Affetmek ayrıdır, unutmamak ayrı. Yukarıdaki alıntıda olduğu gibi, bu yüzden bu dünyada en etkili şey hep sözdür, sözün yaralayıcılığı başka hiçbir şeyle kıyaslanamaz ve asla da unutulmaz.
Bir insandan, -onun iç ve dış dünyasından-, tek bir sözcük uğruna ceketini alıp çıkar ve bir daha asla geri dönmezsin. İşte buna benzer şeyler yaşamışızdır hayatımızda. Tek bir sözcük bütün o yılların emeğini bitirebilir ve bitirmiştir de.
Tek bir cümle ya da tek bir kelime o kadar önemli olabilir ki bazen zamana, mekâna ve aşka, hatta her şeye galip gelebilir.
Kaç insanın iç ve dış dünyasından ceketinizi alıp çıktınız, kaç ilişkiyi bir sözcük uğruna bitirebildiniz? Oldu mu böyle şeyler hayatınızda, benim oldu. İşte birinin iç dünyasından ceketini alıp çıktığında bir daha asla geriye bakmayacağını bilirsin. Ama yara izini de asla unutmayacaksındır. Çünkü yara hep orada olacaktır ve onu her zaman göreceksin, ama yine de ceketini alıp çıktığın için kendini şanslı hissedeceksin belki de. Ve kendine saygı duyacaksın bir şeyleri bitirebilme, noktalama gücüne sahip olduğun için. İnanın bana birçok insan bu güce sahip değildir.
Nefret üzerine
Özellikle kutuplaşmış toplumlarda birçok şey nefret üzerine kuruludur. Neredeyse herkes birbirinden nefret eder; böyle insanlar kendilerinden farklı kamplardaki diğerlerini ötekileştirirler, onlardan nefret ederler. Ve tüm hayatları nefret ve biat üzerine kuruludur. Keskin ve mantıksız bu nefreti görmek için sosyal medyadaki yorumlara şöyle bir göz atmak yeterlidir. Hemen herkesin nefret objesi bir diğerinden farklıdır ve nefrette birbirleriyle yarışır bu insanlar, topluluklar, gruplar, kurumlar v.s.
“Geceleri yatağa uzanır ama uyuyamazdım. Nefret edecek bir sürü șey gelirdi aklıma, ama sonunda yine kendimden nefret ederdim.” (Yu Hua: Yaşamak, Jaguar Kitap, Çevirmen: Bahar Kılıç, 2019, sayfa 42.)
Aslında başkasından nefret etmek, bir anlamda kendinden de nefret etmek olabilir. Hayatımda sevmediğim şeyler oldu, hâlâ da var. Ama nedense bir türlü nefret etmeyi beceremedim. Nefret duygusunu ben de zayıflık olarak değerlendirenlerdenim. Sevmediğim bir şeyi sevmek zorunda da değilim, ama nefret etmek zorunda da değilim. Neden enerjimi nefret etmeye ve böylelikle kendi zihnimi de zehirlemeye harcayayım. Daha yararlı bir şey yapabilirim nefret etmek yerine. Nefret etmek bir zayıflıktır hep denildiği gibi belki de.
Şöyle bir söz okumuştum bir yerlerde: “Eğer nefret ediyorsan, kaybetmişsin demektir.” Gerçekten de öyle, nefret etmek denildiği gibi değer vermek, aynı zamanda çok önemsemek ve umursamaktır. Eğer nefret ediyorsan bütün bunları da yapmış oluyorsun ve işin ilginç yanı kendinden de nefret etmiş oluyorsun. Çünkü nefret ettiğin şeyin istesen de istemesen de bir parçasını oluşturuyorsun; dolaylı ya da dolaysız.
Sevme, karşı koy, kabul etme, mücadele et! Ama nefret etme zayıflığına düşersen, kendi hayatını zehir etmiş oluyorsun kendine.
Kısır dünyalar
Yazar Gündüz Vassaf, “Cehenneme Övgü” adlı kitabının bir yerinde “… kısır dünyalar kurarız kendi kendimize.” diyor. (Gündüz Vassaf: Cehenneme Övgü, İletişim Yayınları, 48. Baskı 2024, İstanbul, sayfa 191.)
Bence bu “kısır dünyalar” tanımı çok iyi anlatıyor ideolojileri, inançları ve birçok şeyi daha… Birçok insan hiçbir şeyi değiştirmeye çalışmadan sahte dünyalar yaratıyor kendisine. Çoğu insanı gözlemliyorum, sadece kendisi çalıp kendisi oynuyor. Gerçekte olmayan bir dünyayı, sanki onun içinde yaşıyormuş gibi kurguluyorlar ve bu kurgunun içinde basit bir nesne olduklarının farkına bile varmıyorlar. Kendi kendilerine en güzel değerleri biçiyorlar. Kendileri mükemmel ya da mükemmele yakın, ama diğerleri hiçbir şey bilmeyen, anlamayan cahil zavallılar.
Sylvia Plath topluma tersti, biraz burnunun dikine gitmeyi seven bir yazardı. Kalabalıkların aksine gitmeyi tercih ederdi. Severim onu. O tek romanında şöyle yazar;
“Çevremdeki siluetler insan değil, insan gibi boyanmış ve yaşama öykünen pozlara sokulmuş vitrin mankenleriydi.” (Sylvia Plath: Sırça Fanus, Can Yayınları, Çevirmen: Handan Saraç, 10. Baskı: 2012 İstanbul, sayfa 146.)
Bence bazı insanlar vitrin mankeni bile olamaz, çünkü vitrin mankeninin bile bir işlevi vardır. Ama bazı insanlar basit bir vida olmaktan öteye gidemezler kendi hayatlarında. Eğer çevresindeki insanların görmek istediği kişiyse bir insan, o zaman bir sorun vardır bence ortada. Çünkü kendisini tamamen çevresindekilere göre biçimlendirmesi gerekir. Yani içinde bulunduğu kaba göre șekil alması gerekiyor, tıpkı bir sıvı gibi. Böylece kişi içinde bulunduğu çevrenin bir vidası olmaktan öteye gidemiyor. Benim anlayamadığım şey insanın gönüllü olarak kendi iradesini başka kişilere, gruplara, kurumlara devretmesi ve ondan sonra da hoşnut bir şekilde itaat etmesi onlara. İnsan önce tek başına olmayı, kendi ayağının üzerinde durmayı ve herkese meydan okumayı öğrenmeli, eğer kendini tanımak istiyorsa.
Ama böylece hayatları sahte hayatlar olmaktan kurtulamıyor. Ve bunun da farkına ne yazık ki varamıyorlar. Bunun farkına varanlar az sayıdadır, bu insanlar katı gerçekliği görüp onunla yüzleşirler ve en başta özeleştirel sonsuz bir sürece girerler. Kendilerini aklayıp zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmayı denemezler bile. Her şeyi sorgular bu insan ve en başta kendisini. Ve bunu sonsuz süreci anlamaya çalışandır bu az sayıdaki insan.
Ama yüzyıllardır dile getirenleri tekrar etmek üzerine kurulu hiçbir özgün üretimin olmadığı kısır dünyalar ise daha fazla insan tarafından tercih ediliyor. İşte buralarda tamamlıyor, birçok insan ömrünü ne yazık ki. Sığ sularda.
Ya da hayatı sorgulamaktan korkuyor, bunun nedeni de belki, “Ben hayatımı, mücadelemi boşuna mı verdim?” diye düşünmek olabiliyor. Ama sorgulamaktan kaçan insan, kendisine yeni sığınaklar arıyor ve kısır düşüncelere, kısır bir dünyaya mahkûm oluyor. Ne yazık ki sadece sorgulayan insan gerçeğe ve hakikate biraz daha yaklaşıyor. O insan hayatın sonsuz bir kendini aşma süreci olduğunu biliyor. Sen hayatını boşa vermedin, mücadeleni boşa vermedin, sen özgürlük ve eşitlik için mücadele ettin. Ama o noktada teslim olursan o kısır düşüncelere oradan çıkamazsın. Onun için geçmişte yaptıklarını karşılaştırmak yerine bir adım ileri atman gerekiyor. İşte çok az insan o adımı atabilecek cesarete sahip, ne yazık ki hayatın içinde. Geçmişten tamamen kopmadan geleceğe yürüyemezsin.
Ama gittiğin yol, takip ettiğin ideoloji doğru muydu, bunu bir kez olsun bile sorgulamadın. Bir dine inanır gibi inandın ideolojine.
Bir arkadaşım geçen gün bana bir mesaj yazdı; değiştiğini, geliştiğini söylüyor ve birçok şeyin de farkına vardığını ve ayrıca bunun devam eden bir süreç olduğunun altını çiziyor.
Değişim ve gelişim insanın hayatın diyalektiğine bir uyum sağlama çabası belki de.
“Biri dışında tüm sorulardan vazgeç: Ben kimim?” diyor Sri Nisargadatta Maharaj yapıtında. (Sri Nisargadatta Maharaj, I am that, Alfa Yayınları, 2004, sayfa 1.)
Bence tarihin ve tüm zamanların en önemli sorusu budur. Zaten eski çağlarda bazı filozoflar da her şeyin buradan başladığını öne sürmüşlerdir: Bende bitiyor evren, her şey zihnimde, iç dünyamda ve dış dünyada. Kendini keşfetme süreci sonsuzluğu aramaktır bir anlamda. Kendini yüz yıl yıl arasan da, bunun için her şeyi yapsan da, yüz yıl sonunda yine başladığı noktaya dönersin ve sorarsın tekrar kendini: Ben kimim? Çünkü sonsuzlukta çok fazla yol almak olası değildir. Artık aldığın yol kadar kendini tanırsın. Beş metre yol almak bile önemlidir bu serüvende. En azından olduğu yerde durmaktan daha iyidir. Diğer yandan insanın daha kendisini tanımadan başkalarını tanıdığını iddia etmesi ise trajikomiktir.
Hayatında tek bir kez olsun “Ben kimim?” diye sormadan, kendini ve hatta başkalarını yüzden yüz tanıdığını düşünerek sefil hayat serüvenini tamamlayan ne kadar çok insan vardır șu koca yeryüzünde.
Erol Anar
Paraná,
1 Ağustos 2025.
Görsel: Tony Smith, Pexel.
Share this content:
Faça um comentário