“Saat üç. Öyle bir saat ki bir şey yapmaya kalksan, ya erken sayılır, ya geç. Öğlen sonrasının acayip bir anıdır bu. Tahammül edilemiyecek bir gün bugün.
Soğuk bir gün ışığı pencere camlarındaki tozları ağartıyor. Bu sabah sular donmuştu.
Kaloriferin yanında, tembel tembel, yediklerimi sindiriyorum. Bir günün yitip gittiği nasıl da belli. Doğru dürüst ne yapabilir ki insan. İyisi akşam olmasını beklemeli. Bu ölgünlük güneş yüzünden: şantiyenin üstündeki kirli, sisli, ak havayı, portakal rengine boyayıp, mavi, solgun ışıklarını odama akıtıyor ve donuk düzenli dört ışık çizgisini yayıveriyor masama.
Pipom yaldızlı bir vernikle cilalanmış. îlk bakışta kıvançlı bir görünümle gözleri üstüne çekiyor: bakıyorum, eriyor vernik, geride bir odun parçası üstünde, çizgi halinde uçuk bir döküntü kalıyor. Her şey, ellerime dek her şey uçuk, solgun bir döküntü. Böyle bir gün ışığında iyisi gidip yatmak. Ne var ki, geçen gece hayvan gibi uyudum, şimdi uykum yok. Kış aylarında nice severdim gökyüzünü. Kara yağmur bulutlarıyla kaplı, dar, gülünç ve dokunaklı bir yüz gibi pencerelere eğilen, kış aylarının gökyüzünü. Gülünç değildir bu güneş, tersine. Uykusuz geçirilen bir geceden sonra, uyanıkken coşkuyla alınan kararlara, tek bir sözcük silmeden, çizmeden bir çırpıda yazılan yazılara attığımız bakışlar gibi, doyumsuz ve hesaplı bir ışık vurur bütün sevdiğim nesneler üstüne, şantiyenin paslı demirlerine, tahta perdenin çürük kaplamalarına. Victor-Noir caddesinin; geceleri ışıl ışıl yanan, kahveden çok akvaryumlan, gemileri, yıldızları ya da kocaman ak gözleri andıran o yan yana kahveleri; anlamı gizli güzelliklerini,inceliklerini yitirip gittiler.
Kişinin tam kendine yöneleceği bir gün bu: güneşin, hoşgörüden uzak bir yargı gibi yaratıklar üstüne saçtığı bu soğuk aydınlıklar gözlerimden giriyorlar içime, solgun bir ışıkla aydınlanıyorum içimde.”
Jean Paul Sartre
“Bulantı”, Oda Yayınları, 2. Baskı: 1995, İstanbul, s. 31-31.