Yarattığım ülkeye Thorn adını vermiştim. Haritalarını falan çizmiştim, ama oturup bu ülkeyle ilgili öyküler kaleme almamıştım. Onun yerine bitki örtüsünü, hayvanlarını, yeryüzü yapısını ve kentlerini betimlemiş; nasıl geçindiklerini, ekonomisini, yönetim tarzını ve tarihinin taslağını çıkarmıştım.
On iki yaşımdayken bir krallık olarak başladı; ama on beş – on altı yaşıma bastığımda bir tür özgürlükçü sosyalist yönetim biçimine dönüşmüştü; ben de kolları sıvayıp mutlakiyetten sosyalizme nasıl geçtiklerini, öteki uluslarla ilişkilerinin tarihini çıkarmıştım. Rusya, Çin ya da Amerika Birleşik Devletleri ile pek dostane ilişkileri yoktu. Aslında sadece İsviçre, İsveç ve San Marino Cumhuriyeti ile ticaret yapıyorlardı. Thorn, Güney Atlantik’teki bir ada üzerine kurulmuş çok küçük bir ülkeydi; bir ucundan ötekine yalnızca yüz kilometre uzunluğunda ve her yerden alabildiğine uzaktı.
Her zaman rüzgâr eserdi Thorn ülkesinde. Kıyıları sarp ve kayalıktı. Gemiler pek nadir yanaşabilirdi bu kıyılara; Eski Yunanlılar ya da Fenikeliler eskiden bu ülkeyi keşfetmiş ve Atlantis efsanesinin doğmasına neden olmuşlar; ama, 1810 yılına dek yeniden keşfedilmeden kalmıştı. Hâlâ, kasıtlı olarak, büyük gemilerin yanaşacağı bir liman ya da uçakların inebileceği bir pist inşa etmemişlerdi. Bereket versin ki, epeyce ufak ve yoksul bir ülkeydi; Büyük Güçler daha kendi nüfuzlarını buraya taşıyıp bir roket üssüne dönüştürmeye tenezzül etmemişlerdi. Kendi haline bırakmışlardı. Dört yıl boyunca vaktimin çoğunu Thorn’la geçirmiştim. Ama bir yıldan uzun bir süredir geri dönemedim; bütün bunlar çok eskide kalmış çocukluklar gibi geliyordu. Yine de orayı düşündüğüm zaman, denizin üzerindeki sarp uçurumları, o geniş otlakların üzerinde esen rüzgârı, güney sahilinde granit ve sedirden yapılarıyla uğultulu tepelerden Antartik Okyanusu ile Güney Kutbuna bakan o en sevdiğim kenti, Barren kentini görebiliyorum.
Ursula K. Le Guin
“Her Yerden Çok Uzakta”, s. 33-34.