Doğduğum mahallenin arkasındaki ırmağın adı bile “Tersakan” idi. Kurallara, hiyerarşiye, yasalara, otoritelere uymamaya çalıştım elimden geldiğince hep. Bu yüzden birçok kez de yargılandım. Bu terslikten dolayı bir partiye, siyasal örgüte de girmedim. Çünkü disiplin ve emir altına girmek bana uymuyordu.
Bütün düşüncelerimi tek başıma, kendi kendime ve yıllar içinde okuyarak, araştırarak, sorgulayarak oluşturdum. Geldiğim noktadaki düşüncelerim size uymayabilir. Bana göre “doğru, gerçek” size göre “doğru ve gerçek” olmayabilir. Ya da tam tersi. Sizin “gerçek ve doğru”nuz bana uymayabilir. Bu nedenle kimseyi kendi inandıklarıma ikna etme çabasına girmiyorum. Herkes istediğine özgürce inansın.
Hiç kimseyi büyütmeye, yukarıya koymaya değmez. Ben bunu öğrendim hayatım boyunca. Ayrıca şunu da: Birisi yukarıya koyarsa bundan kork, çünkü her an aşağıya da koyabilir. Onun için hiç kimsenin beni yukarıya koymasını istemem. Ne yukarıya, ne aşağıya; bulunduğum yere ait olmak isterim sadece.
“Gerçek detaylarda gizlidir.” derler. Ben de düşünüyorum ki, hayat da belki nüanslarda gizli. Ne kadar nüansı keşfedersek hayatın içinde o kadar çok mutlu olabiliriz belki.
Başkalarına yapılan haksızlıklara, gözü dönmüş şiddete çifte standartsız, ve kıyaslamadan yaklaştığımızda ve karşı çıktığımızda, – hatta bu bir insan değil, bir ağaç, ya da bir hayvan olsa bile- işte o zaman adaletli olmaya da yaklaşmış olacağız.
Başkalarını yargılamaktan ve kendimize olmayan nitelikler bağışlamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Hiç olmazsa başkalarını yargılarken kendimi de ayırmıyor, işin içine katıyorum. Kendime başkalarından daha yüksekte bir yer biçmiyorum asla. Kimseden yüksekte, ya da daha iyi değilim. Sadece kendim olmaya çalışıyorum eksiklerimle, çelişkilerimle ve yanlışlarımla, hatalarımla birlikte.
Evet totalitarizm, aşırı sağ, faşizm, ırkçılık, dinci radikalizm, fanatizm dünyada giderek yükseliyor. Devletler teknolojiyi artık iktidarın bir aracı, bir kontrol ve iktidar mekanizması olarak kullanıyorlar. İktidar artık dışsal bir etken olmaktan çok, – Foucault’nun tezinde olduğu gibi- insanın direkt olarak bedeninde, beyninde şekilleniyor.
İnsan, insanı yorar, insanın kendisini yormadığı kadar. İnsan, insanı bıktırır, tüketir, sömürür, bitirir. Herkes bir diğerinin kendisini sırtında taşımasını, zayıflıklarını, yetersizliklerini diğer kişinin kapatmasını ister. Bir bakmışsınız izin verirseniz sırtınıza binerler, hiç de inmeyi istemezler siz taşıdıkça. İnsanlara yardım etmek başka, onları kendi ağırlıklarından kurtararak sırtında taşımak başkadır.
Oysa kendimizden önce başkalarını sevmemiz istendi. Bu yüzden ne kendimizi, ne de başkalarını gerçekten sevebildik. “Ben” olmamamız, kendi benliğimizi unutarak, “biz”in sıradan bir parçası olmamız istendi. Bu yüzden ne ben olabildik ne de biz. Çünkü ben olamayan, biz de olamazdı. Ne kendimiz olabildik, ne de başkası. O ancak bütünün bir vidasından başka bir şey olamazdı. Bunu da yıllar sonra öğrendik. Önce ben olacak, bir kişilik olacak, özgün olacak; ondan sonra biz’in bütünün bir parçası olacaksın istersen. Ama gönüllü olarak ve bütünden bağımsız durarak aynı zamanda.
Hayatı anlayan kişi, bu yarıştan çekilip bir köşede anlamsız yarışı izleyen kişidir. Ama o izlemekle de yetinmez aslında, bu yarışa karşı çıkar, bunun için bir şeyler yapar.