Savaşın yıkıntıları bir yana, Abhazya bir masal ülkesine benziyordu. Kaf dağının ardındaki ülkelerinden birisi de burası olsa gerekti: Sol yanımızda ormanlarla kaplı yemyeşil dağlar vardı ve sağ yanımızda yol boyunca bize eşlik eden deniz.
Çok geçmeden Gagra’ya ulaştık. Deniz kıyısında, büyük bir oteli andıran bir binaya giriş yapmıştık. Burada Türkiye’den gelenlerin kayıt yaptırdığı bölüme giderek, kaydımızı yaptırdık. Bize yatmamız için iki ayrı oda, daha doğrusu bir bina gösterdiler. Bu yapı kompleksti ve içinde birbirinden bağımsız birçok bina vardı. Hatta büyük bir tiyatro salonu ve o zamanlar kullanılmayan bir havuz da bulunuyordu. Bu binalar, Sovyetler Birliği döneminde sanatoryum olarak kullanılıyormuş.
Yıllar sonra kasabamıza gittiğimde, mahallemizde dolaştığımda, bir iki küçük değişiklik dışında binaların hemen hemen aynı olduğunu gördüm. Öyleyse neden burada doğduğum büyüdüğüm mahallede kendimi bir yabancı gibi hissediyordum.
Binalar belki yerli yerindeydi ama, komşularımızın tamamı kasabayı terk ederek çeşitli şehirlere göç etmişlerdi. Belki kendimi bunun için bir yabancı gibi hissetmiştim. Artık mahallemizde benim için yalnızca giderek büyüyen bir hüzün vardı. Sanki kayıp kent Atlantis’in kayıp insanları gibi, mahallemizin insanları da bir anda yitip kim bilir nereye gitmişlerdi? Hayat bizleri bir anda savurmuştu değişik yerlere. O insanlar neredeydiler şimdi? O kasabalar nerede? O saygılı ilişkiler, o paylaşımcı dost insanlar hangi bilinmezliğe göç etmişlerdi?
O kasabalar samanyolunun en ucundaki bir yıldız kadar uzaktır şimdi.
Birkaç sorudan sonra pasaportuma giriş damgası vurdular. Tren yeniden hareket etti. Sofya’ya doğru gidiyorduk. Bulgaristan deyince aklıma ilk olarak uçsuz bucaksız mısır tarlaları geliyor. Trenden baktığımda her yerde mısır tarlası görüyordum. Süt mısırların kokusu havaya karışarak yayılıyor, iç gıcıklıyor ve insanda hoş duygular uyandırıyordu.
1993 yılında arkadaşım Paşa (Dipşow Berkuk) ile Abhazya ve Adigey’i ziyaret etmeye karar verdik. Ben o zamanlar gönüllü olarak İnsan Hakları Derneği’nde çalışıyordum. Dernek yönetimi aldığı bir kararla, Abhazya – Gürcistan savaşı sırasında yaşanan insan haklari ihlalleri konusunda, dernek adına bir inceleme yapmamıza izin verdi.
Yolculuklarda, uluslararası toplantılarda bazen bu tür şeyler oluyordu. Daha önce de bu tür olaylara, toplantılarda, havaalanlarında ve uçaklarda tanık olmuştum. Havaalanında yanımda yeni tanışan iki kişinin, beş dakika sonra kırk yıllık sevgili gibi el ele gezerek öpüştüklerini görmüştüm. Bazı insanlar özgür kaldıklarında, dünyanın öbür ucunda hemen her şeyi yapabilecek bir ruh haline bürünüyorlardı. Ve bu tür insanların içlerindeki bastırılmış duygular açığa çıkıyordu. Orada bir süreliğine, tanıdık dünyadan, kurallardan ve insanlardan uzakta diledikleri gibi yaşıyorlardı.
Çünkü öz disiplin kişinin net olarak ne istediği ve yapacağı eylemden ne beklediğiyle ilgili bir kavramdır. Bir amaç vardır, yukarıdaki koşu eylemi yapan kişinin amacı sağlıklı olmak, ya da sağlığını korumaktır. Burada amaç nettir ve eylem de amaca uygundur. Öz disiplin, dışarıdan devletin, kurumların ya da grupların dayattığı bir disiplin değildir, çünkü dayatılan eylem gönüllü olamaz, orada bir zorunluluk vardır. Oysa öz disiplin, kişinin kendi özüyle ilgili alacağı kararları kapsar.
Gölgede olmamın bir nedeni de, sırtımı hiçbir kuruma, kişiye, çevreye yaslama düşünce ve davranışımın olmamasıdır. Bu nedenle hep tek tabanca ve bağımsız ama ezilenlerden yana bir yazar oldum, olmaya gayret ediyorum… Kendimi her zaman sloganlarla ifade etmekten kaçındım. Hep özü aradım, arıyorum. Çünkü esas değișim sloganlarda değil, özde gizlidir. Esas olan yazmak da değildir, yazmak hayata soru sormaktır. Esas olan onurlu, gelișken ve ileriye dönük bir biçimde sürekli öğrenerek yașamaktır.
Hep hayatın kısa olduğundan söz ederiz, şikâyet gibi. Ama bazen çok uzun gelir bize hayat. Özellikle de zor bir hayatınız varsa. Sokakta yaşayan bir insanı tanımıştım yıllar önce. Daha doğrusu onu sokakta yaşamaya başlamadan önce tanıyordum. Kızılay’da dolaşır eski tanıdıklarından bir bira parası dilenirdi. Ara sıra karşılaşırdık. Bir gün ona nasıl olduğunu sorduğumda bana şöyle demişti: “Bu kötü film bir an önce bitse de kurtulsam. Hayat çok uzun…”
Kentte diz boyu kar vardı ve yağmaya da devam ediyordu. Daha sonra beni kalacağım eve götürdüler. İki hafta süresince bu evde misafir olacaktım. Ev sahibi bir tarih profesörü idi, karısı ise hemşire bir Rus idi. Ev sahibimin, -sonradan bana gösterdiği-, bu kent ile ilgili tarihsel bir kitabı da yayınlanmıştı. On altı ve on yedi yaşlarında iki kızları vardı. Bana kalacağım odayı gösterdikten sonra evi gezdirdiler, çok içten davrandılar.
Düşler, düş olarak kaldıkça, bir süre sonra bizi yaralayan bumeranglara dönüşüyorlar. Bumerangı, yani düşümüzü gelecekte gerçekleştirmek üzere ileriye doğru fırlatıyoruz, fakat genellikle o yolda adımlar atmadığımız için, o bumerang dönüp yüzümüzde patlıyor.