İşte proletarya diktatörlüğü olsun, ister bürokratik parti diktatörlüğü, siyasal iktidarı kendi amaçları için ele geçirmek hedeflenindiğinde bu sonuç kaçınılmaz olacaktır. Bunu değiştirebilecek tek şey şuydu: Devleti işgal etmek yerine, Foucault’nun dile getirdiği şekliyle onu ortadan kaldırmak belki farklı bir sonuca yol açabilirdi. Bu ise sadece siyayal iktidarı hedefleyen, mikroiktidarları bilmeyen, görmezden gelen, proletarya diktatörlüğü ya da komünist parti diktatörlüğünden başka bir hedefi olmayan, devleti işgal etmeyi amaçlayan Marksizm ve Leninizm’in tam tersidir.
Burada bence önemli olan, kendi duyarlılığımız, inancımız, dünya görüşümüz anlamında önemli olan bir günü anarken, bunu bir nefret söylemine dönüştürmeden, bununla ilgili olmayan insanları suçlamadan, hakaret etmeden, insan hakları ihlali yapmadan, insanların farklı düşünebileceğini kabul ederek yapmak gerekir. Kimse kimse gibi düşünmek zorunda değil. Yoksa birilerini bizim gibi düşünmeye zorlar ve kendi düşüncemizi dayatırsak, hangi düşünceyi savunursak savunalım bunun adı faşizm olur.
Soru da şu: Bize bazı edebiyat eleştirmenleri ya da akademik çevrelerce dayatılan hatta kutsal bir ikonmuş gibi sunulan yazarları beğenmek zorunda mıyız? Onları büyük olarak görmek durumunda mıyız, yoksa kendi bireysel tercihimizi özgürce yapabilir miyiz? Yoksa bu “haddini bilmezlik” midir? Ben okurun bu konuda tercih hakkı olduğuna inanıyorum.
Bireyci anarşizm özellikle Batı Avrupa’da Bookchin”in “yaşam tarzı anarşizm” olarak nitelediği şekliyle yaygındı, bugün de yaygındır. Ancak bireyci anarşizm sistem içinde kalır ve bireysel kaygılar dışında bir kaygısı yoktur çoğunlukla. Ancak toplumsal anarşizm (kendi içindeki farklı düşüncelerle birlikte) yaşam tarzı anarşizm değildir ve yaşamı birey ve toplum lehine değiştirmeye yönelik bir anarşizmdir.
Anarşizm denildiğinde halkın zihninde yüzlerce yıldır yapılan manipülasyon nedeniyle “kana susamış, terörist, bombacı” bir prototip canlanır. Devletlerin manipülasyonu sonucu halkın büyük bölümünün zihninde böyle canlanır anarşist. 19 yüzyıl sonlarında bazı anarşistler böyle bir suikastçı yöntemi kullandılar. Ama bu yöntem bence yanlıştı ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra terk edildi.
Asla yapmam dediğimiz şeyleri yaparken, bunun ne kadar doğal olduğunu da ister istemez içselleştiriyoruz. İşte hayattan öğrendiğim, en azından öğrenmeye çalıştığım en önemli derslerden birisi bu: Gereksiz yere , laf olsun diye konuşma ve büyük laflar etme. Laf edeceksen de bir yanılma payı bırak her zaman. Asla yapmam yerine, yapmak istemiyorum diyebiliriz örneğin. İkisi birbirinden çok farklıdır.
Bazen öyle bir kenara çöker düşünürsün. Her şey anlamsızdır, yeni fark etmiş gibisindir sanki bu gerçeği ama. Kendini tanıyamazsın. Geçmiş anlamsız gelir birden sana, şu an ve gelecek de. İçi boştur yaptığın her şeyin. Sanki bir rüyada gibisindir. O an, bir anlığına uyanmışsındır. Yeniden uyuyup her şeyi unutmak istersin. Ama bir kez uyandın mı bu uykudan, bir daha asla uyuyamazsın.
İnsana yapılan davranış da aynen kırık camlar gibidir. Eğer bir insanın toplumsal saygınlığı giderek azalıyorsa, toplumda ona karşı olan küçümseyici davranışlar şiddete kadar dönüşebilir. Örneğin sokakta yaşayan bir evsize saygı duymaz çoğu insan. O evsiz yasaların, devletin gözünde de yaşamayan, gereksiz yere sokakları işgal eden kişidir. Dolayısıyla sokakta bir evsizin ölmesi, öldürülmesi hiçbir önem taşımaz, ne toplum ne de devlet açısından.
Gelecekte, örneğin 2100 ve sonrası dünyada hangi güçlerin egemen olacağını ya da egemen olmaya devam edeceğini düşünürsek, burada bence askeri ve nükleer güçten çok yapay zekâya yatırım yapan güçlerin öne çıkacağını söyleyebiliriz. Burada ABD başta olmak üzere Çin ve Japonya’nın da daha yükselebileceğini öngörebiliriz.