Bazı insanlar hayata fazla gelir

İstenmeden verebilmek

Halil Cibran’ın magnum opus‘u olan “Ermiş” adlı kitabını zaman zaman açıp okurum. Orada hayatın derinliği vardır ve de çelişkileri.  Cibran, kitabında şöyle yazar:

“İstendiğinde vermek güzeldir, fakat anlayıp da henüz istenmeden vermek en güzelidir.” (Halil Cibran: Ermiş , Remzi Kitabevi, Çev: Kenan Sarıalioğlu, 2015, sayfa 17)

Çünkü istemek ya da talep etmek, verilmiş bir şeyin değerini azaltır bence. Elbette yine de değerlidir; ama istenmiştir, talep edilmiştir ve o yüzden verilmiştir. Dolayısıyla orada bir kırıklık vardır, bir şeyler kırılmıştır isteyenin ve alanın iç dünyasında.

“Sonra zengin bir adam ona: ‘Bize vermekten söz et,’ dedi. Ve o da cevap verdi: ‘Malınızdan vermek, az vermektir. Ama kendinizden verirseniz, gerçekten vermiş olursunuz.”(Cibran, age, sayfa 24)

Birine bir şeyi o kişi talep ettiğinde, istediğinde verdiğinizde evet bir şey yapmış oluyorsunuz, ama çok şey yapmış olmuyorsunuz. Çünkü o zaten onu istemiştir. İki seçeneğiniz var: Ya vermek ya da vermemek, reddetmek talebi. Dolayısıyla esas sevgi, dostluk ve kişiler arasındaki sarsılmaz bağ, o kişi onu talep etmeden, onu görüp o kişinin istediğini ona sunabilmenizdir. Tabii ki bu olanaklarınız varsa; sadece maddi şeylerden söz etmiyorum, maddi-manevi her tür şey. İncelik, hayatın inceliği budur: Bir insana, o insanı kırmadan, incitmeden ve o talep etmeden, onun istediği şeyi gözlemleyip bilip onu sunabilmektir; işte budur. Elbette bir de bir şeyi verdiğiniz kişinin o şeyi kabul etmesi gerekir ki, bazen de kabul etmeyebilir.

Diğer yandan daha önce de yazdığım gibi, bir taraf hep veriyorsa, diğer taraf hep alıyorsa, oradaki ilişki ister istemez bir iktidar ilişkisine dönüşecektir, iki tarafın niyeti bu olmasa bile.

“Kalabalıklarla kuşatılmışım”

Kalabalıklarla kuşatıldığından, ama yalnız olduğundan söz eder Fernando Pessoa “Anlamaktan Yoruldum” adlı kitabında ve “… hiçbir şey arzulamıyorum hiçbir şeye ait değilim.”  der yine aynı kitapta.

Hep kendimizi bir şeye ait olmak zorunda hissederiz. Çünkü kendimize tahammül edemeyiz. Yalnızlığa, güçsüzlüğe, boşluğa, sonsuzluğa… ; kalabalıklar içinde kaybolduğumuzda kendimizi daha güvende mi hissederiz acaba? Yoksa tek başımıza, sonsuz bir evrende, kendi ayaklarımızın üstünde durarak mı?

Aslında her grup, – en küçük grup da dahil-, her organizasyon bir sürüdür; kendi kuralları vardır ve özgürlükleri kısıtlar, bunu şu ya da bu adına yapar. Dolayısıyla, bütün bunlardan uzaklaşmayan, tek başına kendi ayaklarının üzerinde durmayan insan, kuşkusuz özgürlüğünden de vazgeçmek zorundadır; var olan özgürlüğünden, en azından ne kadar varsa artık.

Peki insan, eğer böyleyse, hiç mi haksızlıklara, adaletsizliklere, sömürüye karşı birlikte mücadele etmeyecek? Evet, edebilir elbette; ama bunun için insanları özgürleştirecek yeni örgütlenme formları, biçimleri bulmak gerekiyor. Yani, bireyin bireyliğini inkâr etmeyen, onu tutsak etmeyen, onu bir robota dönüştürmeyen yeni özgürlük biçimleri.

Yoksa, sözde özgürlük için mücadele ederken, aslında özgürlükleri yok edersiniz ve bireyleri birer nesneye, birer robota dönüştürürsünüz. Bundan başka bir işe yaramaz var olan örgütlenme biçimleri.

İnsan her yerde uçurumlarla bölünmüştür

“İnsan ruhu bir uçurumdur.” Fernando Pessoa’nın “Anlamaktan Yoruldum” adlı kitabına göre. (Fernando Pessoa: Anlamaktan Yoruldum, Aylak Adam Yayınları, 2016, Çev: Gözde Karalök, s.49)

Evet belki, ama çoğu insanın bir ruhu olduğunu sanmıyorum. Ruhu olanlar, yalnızca onu arayanlar ve kendini tanımaya çalışanlardır. Bunlar birazcık ruha sahip bence ve diğerleri, yani toplumun çoğunluğunun bir ruhu olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü ruhu olması için insanın içinde uçurumların olması gerekiyor; yanılsamaları, çelişkileri, özgürlüğü içindeolmalı ve içine başka mevsimler gelmeli; kış gelmeli yeri geldiğinde, bahar gelmeli yeri geldiğinde, çiçek açmalı, yağmur yağmalı…

Ve fauna ve flora ile ve de kendisiyle barışık olmayan insan hiçbir şeyle de uyum içinde değildir; o yalnızca itaat etmeyi bilir, köle olmayı.

Bunu metafizik anlamda söylemiyorum, insanın bir içsel dünyası anlamında; ruh o kadar sonsuzdur ki tıpkı evren gibi giderek genişler. Onu keşfettiğinizde hiçbir zaman sonuna ulaşamazsınız.

Böylece uçurumlar sizi engeller; daha da ilerlemek için tek tek o uçurumları aşmanız, yol almanız gerekir ve bu da büyük bir çaba gerektirir. Sürülerden kopmayı, kendin olmayı, aramayı, anlamak istemeyi gerektirir. Ama gün gelir ki bir bakarsınız aradıklarınıza ve anladıklarınıza; ne bir şey bulmuşsunuz, ne de bir şey anlamışsınız dünyada. Evet, anladıklarını ve her şeyi bildiklerini sananlar aslında sadece bir yanılsama içindedirler.

Uzaklarda Esen Rüzgârlar

“küçük ağacım

rüzgâra aşıktı

yersiz yurtsuz rüzgâra

hani rüzgârın evi?

hani rüzgârın evi?” (Furûğ Ferruhzâd: Yeryüzü Âyetleri, Can Yayınları, 1. Basım: Şubat 2008 İstanbul, Çev: Makbule Aras, sayfa 70)

Furûğ Ferruhzâd İran şiirini etkilemiş ve kısa hayatı acıyla geçmiş, 33 yaşında hayatını kaybetmiş çok yönlü bir şairdir. Sinemayla da ilgilenmiştir. O da Tezer Özlü gibi acısını kitaplarına yansıtan yazar, şair ve sanatçılardan birisi. Evliliğinde de mutsuz olup ayrılıyor. Çocuğunu göremiyor.

Bir varoluş acısı yaşıyor ve bu acı geçmiyor yaşadıkça. Derin bir sanatçı yalnızlığı. Devlet ve topluma eleştirel, hak ve özgürlükler bağlamında bir bakış.

Oysa rüzgârın bir evi yok, onun işi o yana bir bu yana esmek. Her yer onun evi. Bir zaman dağların doruklarını ziyaret eder o, sonra dalgalarla eser açık denizlerde. Aynı anda birçok yerdedir. Sonra boş bir sahile vurur, belki bir dalganın üstünde sörf yaparak. Bazı insanlar da işte içlerinde hiç durmayan  bir rüzgârla yaşarlar. Onlar bulundukları yerde duramazlar; bir o yana, bir bu yana gitmek durumundadırlar. Artık içlerindeki rüzgâr ne yana doğru eserse.

Ben de içinde bir rüzgârla yaşayan insanlardanım. Hayatım boyunca içimde esen bir rüzgâr beni bir oraya bir buraya götürdü. Ve hâlâ bu rüzgârla uzakları arayan bir insanım. O rüzgârın varlığını düşündükçe her zaman içim ferahlıyor mutlu ve huzurlu oluyorum. Ne mutlu içinde hiç bitmeyen bir rüzgâr tașıyanlara.

“gidiyorum … ama sormuyorum kendime
yol nerede? … menzil neresi? … amaç nedir?” (Furûğ Ferruhzâd, age, sayfa 38)

Aslında ne yol var, ne menzil, ne de amaç, hep denildiği gibi. Başardığımızı sandığımız ya da anladığımızı düşündüğümüz her şey bir yanılsama belki de. İşte Şair’in yukarıdaki alıntıda yazdığı gibi, belki de bunlar olmadan uzaklara yelken açmak, hareket etmek belki insanı bir parça özgürleştirir.

“Soğuk bir damla gözyaşı

Sıcak bir mezar gerek benim için uyumaya.

Camın arkasında kar yağıyor,

Camın arkasında kar yağıyor,

Bir el, yüreğimin sessizliğine

Hüzün tohumları ekiyor.” (Furûğ Ferruhzâd, age)

Yorgundur yaşamaktan o. Artık sessiz bir kapanış ister, törensiz.

Bence çoğu insan yaşadığının farkında bile değildir doğar nefes alır ve ölür o iki arada yaptıkları sadece içgüdüseldir. Hayattan bir şey anlamadan gelir ve giderler.

Oysa bazı sanatçı, yazar ve filozoflar hayatı ve varoluşlarını hep sorgular. Bunlar çok hassas insanlardır. Ve derindirler. Ama böyle bir yazar, sanatçı veya filozof yüzde 1’i bile değildir bu kategorilerin.

“ve bu dünya

öyle insanların adım sesleriyle doludur ki seni öpüyorken

kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.” (Furûğ Ferruhzâd: Seçme Şiirler, sayfa 72)

Çok hayal kırıklığına uğramış ve acı çekmiş bir yazar, bir kadın o, hem bireylerden hem de toplumdan. Bu nedenle hayatı bir hayal kırıklığından ibaret belki. İnsanların ikiyüzlülüğüne vurgu yapıyor zaman zaman şiirlerinde, yaşadıklarının da belki etkisiyle. Yüzüne gülerken seni aynı anda zihninde ve kalbinde öldüren insanlar. Belki sonsuza kadar yok olmanı dileyen insanlar. Her fırsatta birbirlerini kıskanan insanlar belki. Maskelerinin arkasından riyâkarlık akan insanlar.

Seninle ilk kez karşılaşsalar, hatta seninle hiçbir kelime konuşmamış olsalar, senin hakkında hiçbir şey bilmemiş olsalar bile sana kinle, düşmanca bakan insanlar. Her şeye düşman insanlar. En başta da kendilerine, bunu hiçbir zaman bilmeseler bile.

Bukowski haklıydı; hayatının son yıllarında insanlarla karşılaşmak istemiyordu artık; hatta markete bile gitmiyor, telefonla ısmarlıyordu siparişlerini. Mümkün olan en az kişiyle karşılaşmak istiyordu ama bazı insanlarla karşılaşmak zorundaydı işte. Asansörde karşılaşıyorsun insanlarla ya da evde bir şey arızalanıyor, çağırıyorsun şu bu…

Ben de şu anda aynı ruh halindeyim; en az insan görmek istiyorum. Onun dışında, sokağa çıkarken bile kimseye bakmadan, kimseyle konuşmadan yoluma devam etmek istiyorum. Çünkü kimse gülümsemiyor artık dünyamızda, kimse mutlu değil. Herkes düşmanca bakıyor birbirine, bunu gözlemliyorum yıllardır. Dünyanın her yerinde bu böyle. Az insan, az sorun; az insan, daha fazla huzur anlamına geliyor benim için de artık. Bu ruh hali depresyondan ya da başka bir şeyden kaynaklanmıyor; aksine, hayatımın en huzurlu dönemindeyim. Ama bu ruh hali, artık insanlardan umudu kesmiş olmaktan ve kendi iç dünyasının derinliklerine çekilmenin verdiği huzurdan kaynaklanıyor.

Bazı insanlara hayat ağır gelir, onlar da hayata ağır gelirler, fazla gelirler.

Erol Anar

Paraná

1 Haziran 2025

Görsel: Stocksnap, Pixabay’dan.

Share this content:

Seja o primeiro a comentar

Faça um comentário

Seu e-mail não será publicado.


*