İnsan da özgürlüğü unutmuştur, o nedenle boynundaki tasmadan memnun bir halde yaşar toplumun çoğunluğu. Çünkü o tasma, artık vücuduna işlemiş, etine yapışmış, kaynamış, onun bir parçasına dönüşmüştür. Tasmasız yaşayamayacağını düşünmektedir.
Norveçli yazar Ingvar Ambjörnsen şöyle der “İnsan Postuna Bürünmüş Köpek”, adlı yapıtında:
“Köpek efendi istemezdi, efendi köpeğin dünyasını yıkmasaydı eğer.”[1]
Burada efendi-köle diyalektiğine bir yaklaşım görüyoruz. İnsan, köpeğin doğal ortamında özgür yaşamına müdahale etmiş, onu köleleştirmiştir. Köpeğin elinden özgürlüğünü alarak, onun boynuna tasmayı takmıştır. Ve bu süreci de “evcilleştirme” olarak adlandırmıştır. İktidar mekanizmaları da bu yöntemi izler. “Evcilleştirdiği” insanın boynuna görünmez bir tasma takar iktidar. Artık bu insan iktidar mekanizmaları için tehlike değildir, onun bir parçasına dönüşmüştür çünkü.
Foucault ise, “Ama ben iktidar mekanizmasını düşündüğümde, iktidarın bireylerin tohumuna kadar ulaştığı, bedenlerine eriştiği, hal ve tavırlarına, söylemlerine, öğrenimlerine, gündelik yaşamlarına sindiği kılcal var olma biçimini düşünüyorum.”[2] diyor.
Burada iktidarın sızma eylemi vardır; İktidar bireyin tüm ilişkilerine sızar Foucault’nun dediği gibi ve onu ele geçirir. İşte bu nedenle şöyle demiştim:
İktidarın size bir noktadan sızmasına izin verirseniz, o sizi tümü ile ele geçirir.
O artık dışarıda bir mekanizma değil, bizzat sizden bir parçadır. Yani onun içindesiniz ve parçasısınızdır fark etmeseniz de.
Eğer ıssız bir adada yaşamıyorsak, iktidar mekanizmalarının ve ağlarının etkisi altından çıkmamız imkansızdır. Foucault’nun dikkat çektiği de budur. Fakat bence etkisi altında olsak da bir ölçüde iktidardan bağımsızlığımızı koruyabiliriz, özellikle siyasal iktidardan, makro iktidarlardan, en azından onun bir parçası, bir vidası olmayız diye düşünüyorum, ona karşı mücadele edersek.
Örneğin ‘Matrix’ filminde insan kılığına girmiş makineler vardır. Bunlar sizin vücuduna ellerini daldırdıklarında, sizi bir makineye dönüştürürler. Artık onlardan biri olur, insanı özelliklerinizi tamamıyla yitirirsiniz. İşte iktidar ve birey ilişkisi de böyledir. İktidar bireyi, olmadığı şeye dönüştürürken, onu makineleştirir ve kendi istediği kıvama getirir.
Foucault yine iktidarın bireyi nasıl kuşattığına dikkat çekiyor:
“İktidar yoldan çıkarır, yönetenler kördür. Yalnızca iktidar karşısında mesafeli olanlar, zorbalığa hiçbir bakımdan bağlı olmayanlar, kendi ocaklarına, odalarına, meditasyonlarına kapananlar, yalnızca bu kişiler hakikati keşfedebilir.”[3]
Bu noktada bence iktidar bireyi kuşatıyor ve onu artık kendi savunucusu, sözcüsü durumuna dönüştürüyor. Yani birey iktidarın bir parçasına, bir vidaya dönüşüyor. O noktada iktidar bu bireyle uğraşmıyor, çünkü onu dönüştürmüş deyim yerindeyse “köleleştirmiştir”. Bu noktada iktidar gerçeği, hakikati görenleri hedef alıyor. Çünkü onun için en tehlikeli olan hakikattir. Bütün her şeyini onu gizlemeye çarpıtmaya adamıştır iktidar mekanizması. Bu nedenle hakikati görebilenleri, seslendirenleri yok etmeye, ezmeye, ya da etkisizleştirmeye çalışır tüm gücüyle. Totaliter iktidar ilişkilerinde bu daha doğrudan ve şiddet yöntemleriyle yapılır. Burjuva demokrasilerinde ise daha görünmez, dolaylı yollardan işler bu mekanizma.
Ancak özellikle siyasal iktidar ve birey ilişkisi, yalnızca zor ve şiddet yönetemleri üzerine kurulmaz. Birçok mekanizma ve yöntem devreye girer. Amaç bireyi dönüştürmek ve onu iktidar mekanizmalarının bir parçası haline getirmektir.
***
Bir nokta gelir ki artık siyasal iktidarın bütünsel olarak toplumu denetlemesine bile gerek kalmaz, birey bireyi denetler, toplum denetim toplumuna dönüşür. Birey bireyin polisi haline gelir, hatta birey kendi polisi haline de dönüşür bu noktada.
Bu noktada siyasal iktidar özellikle dışarıyı içerideki bireye bir tehlike olarak sunar çoğunlukla. Dışarıdaki ülkeler, kişiler, kavramlar, kültür vs… her şey yabancı ve tehlikelidir, bunların sızmasını engellemek gerekir bu mantığa göre. “Dışarıdaki herkes ve her şey kötülük getirir.” anlayışı içerideki bireyin beynine kazınır. Örneğin ABD Başkanı bile bu politikayı işler sık sık, mültecileri her kötülüğün sorumlusu olarak gösterir. Totaliter ülkelerde de bu tip bir politika egemendir. Bunun sonucunda sıradan birey etkilenir ve dışarıda olan, yabancı olan her şeye karşı gizli ya da açık düşmanlık besler.
Bu prototip, siyasal iktidarın hatalarını görmez, eksiklikleri ve yanlışlıkları dış kaynaklı güçlere , etkenlere bağlar. Çünkü Foucault’nun yönetenlerin kör olduğunu söylediği gibi, yönetilen de körleşmiştir artık. İşte siyasal iktidarın tam olarak istediği de budur. Artık bireyi denetlemeye gerek kalmaz, tasma onun boynundadır ve gönüllü olarak siyasal iktidarın, devletin, tabuların, dinin, inançların savunucusudur. Şöyle bir sosyal medyaya göz atarsak bireylere devletten önce tepki duyan bu prototipi -troll ya da troll olmasa da iktidar mekanizmasının bir parçasına dönüştürülmüş, körleştirilmiş- çokca görülebilir. Bunlar hakikati göremezler artık; özgürlükten, adaletten, insan haklarından söz eden herkese devletten önce saldırır ve sanal linç yaparlar.
Peki hakikati görenler, onlar ne olacak? Hakikati gören entelektüeller her zaman şiddet yöntemiyle ortadan kaldırılmaz. Onlar bazen izole edilir ve sesleri toplum tarafından duyulmaz hale getirilir. Sesini ancak alternatif medyada çok kısıtlı bir kesime duyurur bunlar. The New York Times, Washington Post gibi gazeteler onları görmezden gelir ve yok sayarak seslerini duyurmazlar. Yani görünmeyen bir sansür işler. Ama devlet onları tutup hapse de koymaz. Farklı yöntem işler. Ama Türkiye gibi ülkelerde aydınlar, hapse de girebilir hakikati seslendirdiklerinden dolayı. Burada ülkeden ülkeye, siyasal rejimden siyasal rejime fark vardır iktidar mekanizmaları arasında.
Köpek eğer özgürlüğün ne kadar değerli bir şey olduğunu bilseydi, aynen Jack London’un “Vahşetin Çağrısı” kitabında olduğu gibi insanı, köleliği, tasmasını bırakır doğaya ve özgürlüğe koşardı.
İnsan da özgürlüğü unutmuştur, o nedenle boynundaki tasmadan memnun bir halde yaşar toplumun çoğunluğu. Çünkü o tasma, artık vücuduna işlemiş, etine yapışmış, kaynamış, onun bir parçasına dönüşmüştür. Tasmasız yaşayamayacağını düşünmektedir.
Erol Anar
[1] Ingvar Ambjörnsen: “İnsan Postuna Bürünmüş Köpek”, Ayrıntı Yayınları, 4. Basım 2014, İstanbul.
[1] Michel Foucault: Iktidarın Gözü, Ayrıntı Yayınları, 3. Basım 2012, İstanbul, sayfa 23.
[1] Foucault, age, sayfa 35.
Sosyal kimlik, bireysel kimlik ayrımının ortadan kalkması ve dengenin bozulması da denebilir Erol bey. Teşekkürler aydınlatıcı yazınız için.
Güzel bir yazı. Ben de insanın sevmediği şeyler yapmaması taraftarıyım ve yazınızı beğendim…
“Ve gün gelir bireyi denetlemeye gerek kalmaz” Şu anki seçilmişleri hala ve koşulsuz destekleyen kitleler Camus’un dediği gibi dünyanın en eski işini icra ediyorlar: Kendini satmak ve teslimiyet. Tehlikenin farkında olmayanlar için (eğer okuyup anlayabilirlerse) kaçırılmayacak bir yazı.
Keyifle okudum. Sizi eleştirenler (yabancı kaynakları da kullandığınız için) ile ilgili bir yorum yapmıştım önceden, tam da bunu ifade etmek istemiştim.