Dünyanın yarısını temsil eden insanlar buradaydı. Bütün kıtalardan insanlar, aynı anda karikatürlerime bakıyordu. Çünkü orada 120 ülkeden insan vardı etkinliğe katılan. Bu, benim açımdan çok heyecan verici bir durumdu. Böyle bir sergi her zaman düzenlenemezdi
Yavaş yavaş üç haftalık etkinliğin sonuna ulaşıyorduk. Kapanış gecesinde bir tören yapılacaktı. Kanada İnsan Hakları Vakfı Başkanı ile görüştüm, burada bir karikatür sergisi açmak istiyordum. Kabul etti ve etkinliğin de bir afişini yapmamı rica etti. Daha sonra bana boya, kağıt, ve birçok malzeme gönderdi.
Karikatürlerim internetteki sayfamda vardı. Bunlardan bazılarını seçerek yazıcıdan çıkardım. Ve daha sonra kartondan çerçeve yaptım. Etkinliğin yapılacağı salonun duvarına yapıştırdım. O akşam, on adet karikatürümü sergileyecektim. Dünyanın birçok ülkesinden insanın, aynı anda benim yapıtlarımı görecek olması bana heyecan veriyordu.
O akşam herkes salonda toplanmıştı. Vakıf Başkanı, etkinliğin kapanış programı ile ile ilgili bir konuşma yaptı, daha sonra ise benim afiş ve karikatür çalışmalarım konusunda bir şeyler söyledi. Ondan sonra ben, sanatın işlevi ile ilgili kısa bir konuşma yaptım.
Dünyanın yarısını temsil eden insanlar buradaydı. Bütün kıtalardan insanlar, aynı anda karikatürlerime bakıyordu. Çünkü orada 120 ülkeden insan vardı etkinliğe katılan. Bu, benim açımdan çok heyecan verici bir durumdu. Böyle bir sergi her zaman düzenlenemezdi. Karikatürlerim arasında bir tanesi Afrika’nın sömürüsü ile ilgiliydi. Bunu gören birçok Afrikalı yanıma gelerek beni kutladılar.
Böylece üç haftalık Kanada maceram sona ermişti. ABD’ye otobüsle gitmeye karar vermiş ve daha önce bir bilet almıştım. Ertesi gün arkadaşlarıma veda ederek yola çıktım. Beni otobüs terminaline bıraktılar.
Bu, yaklaşık on – on iki saatlik bir yolculuktu. Bir Greyhound otobüsüyle, akşam üzeri yola çıkmıştık. Olağanüstü bir durum olmazsa, otobüs sabah Washington otobüs terminaline ulaşacaktı. Burada beni arkadaşım Dersimli Murat karşılayacaktı. Telefon ile ona haber vermiştim.
Otobüs doluydu. Akşamüstü hava yeni yeni kararırken yola çıktık. Kulağıma walkman’imi takmış Livaneli dinliyor ve mavi karanlıkta hızla geçtiğimiz yollara bakıyordum.
“Bir kenti böylece bırakıp gitmek
İçinde bin kaygı, binbir soruyla
Bitmemiş bir şarkı dudağında bir yarım ezgi
Sığınmak, şarkılara sığınmak bir ömür boyu”
Bense bir kenti değil, bir ülkeyi terk ediyordum. Bir uzak denizaşırı ülkeden, bir diğerine geçiyordum.
Yanımda yaşlı bir Afrikalı Amerikalı adam vardı. Daha sonra biraz sohbet ettik. Washington’da oturuyormuş, kızı ve torunları ise Kanada’da yaşıyorlarmış. Kendisi de arada sırada onları ziyarete gidiyormuş.
Otobüs yolculuklarında zor uyurum. Uçakta da genelde aynı şey oluyor. Ama o gün, oturduğum pencere kenarından, ama bu kez karanlık yollara bakarken biraz uyumuştum. Birden uyandım, otobüs durmuştu ve herkes aşağıya iniyordu.
Ben de aşağıya indim, herkes pasaport kuyruğuna girmişti. O zaman Kanada-ABD sınırına geldiğimizi anladım. Sıra bana geldiğinde Amerikan polisi, Türk pasaportunu eline aldı ve yüzüme baktı. Pasaportumu iyice inceledi ve Kanada’ya neden geldiğimi ve ABD’de ne yapacağımı sordu. Daha sonra, pasaportuma giriş damgasını vurarak, bana geri uzattı.
O an orada dinlenme tesisleri olduğunu fark ettim. Otobüs bir süre burada duracaktı.
“Montreal istikametinden gelip, Washington DC. istikametine gitmekte olan Greyhound turizm seyahat otobüs yolcuları! Otobüsünüz yarım saat yemek ve ihtiyaç molası vermiştir. Çaylar şirkettendir, para ödenmemesi rica olunur.”
Orada, madeni bir sesle yapılan böyle bir anons yoktu ve üstelik çaylar, kahveler de şirketten değildi.
Oradaki Amerikan tipi bar restorana girerek bir şeyler yedim ve kahve içtim. Kendimi sıradan Amerikan filmlerinin bir sahnesindeymiş gibi hissediyordum. Greyhound otobüsü uzaklarda bir terminalde durur. Fonda romantik bir müzik vardır. Bense hâlâ Livaneli’nin şarkısını mırıldanıyordum:
“Ellerin bir martı, telâşlı ve ürkek
Ellerin fırtınada çırpınan bir beyaz yelken”
Daha sonra tekrar yola düştük. Karanlık yollara bakarken dalmışım.
Uyandığımda artık Washington’a çok yaklaşmıştık. Nihayet terminale ulaşıp otobüs durduğunda aşağıya indim. Arkadaşım Murat beni bekliyordu. Selamlaşıp kucaklaştıktan sonra eve, Virjinya’ya doğru yola çıktık. Orada büyük bahçeli, çok güzel bir evi vardı.
Murat, Dersimliydi, ancak buraya yıllardır yaşadıkları Ankara’dan gelmişti. Murat’ın eşi Şebnem de Dersim asıllı olmakla birlikte doğduğu Ankara’dan gelmişti ABD’ye.
Murat’ın kendine ait küçük bir şirketi vardı, halı işiyle uğraşıyordu. Şebnem ise bir şirkette çalışıyordu.
Ertesi gün, evde yalnız uyandım. Onlar, işe gitmişlerdi. Kahvaltı masası hazırdı. Uyumuş ve dinlenmiştim. Sabah saat 10.00 gibiydi. Duş alıp giyindim ki, kapı zili çaldı. Kapıyı açtım, kapıda beş altı çocuk vardı. Bunlar mahallenin çocuklarıydılar. Bir çocuk,
“İyi günler, biz okulda gazete çıkarıyoruz da, acaba abone olabilir misiniz?” diye sordu.
“Ben ev sahibi değilim, burada misafirim.”
Çocuk kafasını öne doğru sallayarak,
“Peki, yine de teşekkürler.” dedikten sonra arkadaşlarıyla hızla uzaklaştı.
Daha sonra evden çıkarak metro istasyonuna gittim. Buradan Washington’a gidecektim. Bu, metroyla yaklaşık 35-40 dakikalık bir yolculuktu. Murat’ın evi, Virjinya’nın iç bölgesinde kalıyordu.
Sonraki günlerde gündüzleri şehir merkezine, ya da müzelere giderek vakit geçiriyordum. Başka bir kentte de böyle mi bilmiyorum, ama Washington’da bazı müzeler herkese ücretsiz hizmet sunuyorlar. Genellikle Uzay Müzesi’ne gidiyordum. Burada uzay mekiklerinin maketleri, uzayla ilgili bilgiler ve videolar, astronotların elbiseleri ve daha birçok uzay malzemesi vardı. Burada dolaşmayı çok seviyordum. Amerikan Tarih Müzesi’ne de birkaç kez gitmiştim. Lincoln Anıtı da dahil olmak üzere, daha önce görmediğim birçok müzeyi de bu fırsatla gezdim.
Devam edecek…
Erol Anar