Her şeyi ve herkesi eleştirebildiğinde -kendisi dahil- insan özgürleşiyor. Çünkü kendin de dahil eğer eleştiremeyeceğin bir kişi, çevre, hareket, kurum varsa sen aciz bir kişisin demektir. Bir köleden başka bir şey değilsin. Sadece kendini özgür olduğu yanılsamasıyla kandıran bir köle.
“İnsan olup kurtluk etmektense,
Kurt olup kurtluk etmek daha temiz.” [1]
Ama bu özgürlüğün bedeli ise yalnız kalmak oluyor. Bu yalnızlık güçsüzlük ve aciziyet içeren bir yalnızlık değil. Tam tersine kişiyi güçlendiren ve tek başına ayakta rüzgârlara dayanıklı hale getiren bir yalnızlık. Tıpkı Bodhi ağacının altında oturmuş ve ruhsal olarak her türlü saldırıya göğüs geren, giderek güçlenen ve aydınlanan Siddhartha Gautama gibi. Sarsılmaz bir duruş. Bu aynı zamanda kişisel olarak yüksek bir kişisel özbilince ulaşmanın yolunu da açıyor bireye. Mücadele ederken, buna paralel olarak aynı zamanda başkaları üzerindeki yönetimini de yok etmek azaltmak ya da ortadan kaldırmayı da ister, o buna çalışır. Çünkü o bilir ki, başkasını yöneten, kendini yönetmekten acizdir, o bir güçsüzdür ki başkasını yönetmeye talip olmuştur.
Bu noktada temel gerçek, kişinin kendi üzerine hiç kimseyi ve hiçbir kurumu koymaması ve hiçbir şeyi kutsamamasıdır.
Kişi köleleştiğinde, ve ona, “Bekle şimdi özgürlüğünü sınırlıyorum, gasp ediyorum, ama yarın seni özgürleştireceğim” denildiğinde ona, bu en büyük yalan olmaktan başka bir şey değildir. Çünkü o da seni köleleştirmek istemektedir, hem de “özgürlük” adına. En acı kölelik, özgürlük adına yapılandır. Çünkü özgürlüğün içinde bir saniyeliğine bile kölelik yoktur. Bu bir manipülasyon olmaktan öteye gidemez.
“Hepiniz özgürlük istiyorsunuz, tam anlamıyla özgürlük… O halde neden daha azı veya daha çoğu için pazarlık ediyorsunuz? Özgürlük deyince, sadece tam özgürlük kast edilebilir. Bir parça özgürlük, özgürlük değildir.”[2]
Jean-Paul Sartre da aynı böyle bir cümle söylemişti. Belki Stirner’den esinlendi, ya da ondan haberi olmadan aynı şeyi düşündü. Gerçekten özgürlüğünün bir kısmını verirse birey, onu tümden yitirir, Çünkü özgürlük bütündür denildiği gibi. Bu nedenle özgürlüğümüzün en küçük bir parçasını bile başkasına vermemeliyiz. Zaten kısıtlanmış ve sınırlanmıştır sistem tarafından o. Yine başkasının en küçük bir özgürlüğünü bile çiğnememeliyiz. İşte bu dengede olmak bizi huzurlu kılacaktır.
Bu noktada birey artık hiçbir şekilde köleliğe boyun eğmez, kendi yönetimini hiç kimseye ve hiçbir kuruma devretmez. Kendi kendinin efendisi olmak ister o. Kendi kendini yönetmek. Kendi yönetimini tamamen ele geçirmek için.
“Söyleyebildiğin SÖZ asıl SÖZ değil
Ad verebildiğin ad asıl ad değil” [3]
Ben de bu meselden esinlenerek şöyle diyeceğim, sözünü ettiğin özgürlük özgürlük değil, gösterdiğin hakikat hakikat değil. Kişi kendi hakikatini ancak kendisi keşfedebilir.
O artık efendisini değiştiren, ne özgürlük ne başka bir vaat ile köleleşen değil, -çünkü özgürlük vadedilemez- kendisini özgürleştiren ve bunu sürekli yapan bir bireydir.
Tıpkı Max Stirner’in dile getirdiği gibi,
“Kendini özgür tin olarak bilmeye ve o doğrultuda davranmaya önem veren kişi bu yüzden çekeceği sıkıntıları umursamaz, özgür ve keyifli yaşayabilmek için ne gibi önlemler alması gerektiğini düşünmez bile.”[4]
Çünkü gerçek ve hakikati arama ve bu doğrultuda ilerleme, az da olsa ona yaklaştığını hissetmek kişiyi özgürleştirmekte ve onu mutlu da etmektedir bu anlamda, keyif vermektedir ona.
İşte o zaman insan anlıyor ki, eğer herkesi ve her şeyi eleştirmezsen asla gerçeğe ulaşamazsın. Gerçek ve hakikat bu yoldan geçiyor. Yoksa basit ve sıradan bir taraftar olmanın ve kendini kandırmanın ötesine geçemiyor insan.
Tek başına ve sırtını hiçbir çevreye yaslamadan, yaslama ihtiyacı duymadan ayakta kaldığında, insan o zaman giderek güçleniyor. Kendi yalnızlığında giderek çoğalıyor. Gerçeğe ve hakikate bölünüyor. O artık bütün iktidar biçimlerine karşıdır, isterse özgürlük adına iktidar olsun. Çünkü o özgürlüğün olduğu yerde, iktidar olamayacağı gerçeğini öğrenmiştir.
‘Ağır hafifin anası
Huzursuzluğun efendisidir sükun
Böyledir kutlu kişi de
Dünyayı gezse
Atmaz ağır yükünü omuzlarından
Ne kadar saygı gösterseler de ona
Yoluna gider aldırmadan’ [5]
“Doğru bildiğin yolda, yalnız da olsan yürüyeceksin.” diyordu Tevfik Fikret ise. Sartre ise, “Yapayalnızım, ama bir kente yürüyen ordu gibiyim.”[6] diyordu Bulantı’da.
İnsan yapayalnızlığında tıpkı bir ordu gibi çoğalabilir ve bundan aldığı güçle topluma, sisteme her şeye ve her şeye karşı ayakta durabilecek güce erişebilir.
Eğer insan kendi gerçeğini, hakikatini arıyorsa bunun verdiği güçle ayakta durmayı başarıyor ve yalnız yürümekten mutsuz da olmuyor. Aksine bundan mutluluk duyuyor. Ben de yalnız yürümekten mutluyum.
Erol Anar
[1] La Fontaine: Masallar, İş Bankası Yayınları, Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu, İstanbul, sayfa 411. https://www.kitapyurdu.com/kitap/masallar–la-fontaine-ciltsiz/30292.html&filter_name=la%20fontaine
[2] Max Stirner: Biricik ve Mülkiyeti, Kaos Yayınları, İstanbul.
[3] Tao Te Ching, sayfa 21.
[4] Max Stirner: Biricik ve Mulkiyeti, sayfa 34.
[5] Lao Tse: Tao Te Ching, Turkçesi: Omer Tulgan, Yol Yayinlari, 26, sayfa 37. https://www.kitapyurdu.com/kitap/tao-te-ching-yol-ve-erdem-kitabi-soz-ve-can-kitabi/24257.html&filter_name=Lao%20Tse:%20Tao%20Te%20Ching,
[vi] Jean-Paul Sartre: Bulantı, Can Yayınları, sayfa 75. https://www.kitapyurdu.com/kitap/bulanti/13528.html&filter_name=Jean-Paul%20Sartre:%20Bulant%C4%B1,